Yarbay
Üyelik tarihi: Jun 2007
Bulunduğu yer: kafdağının ardından
Mesajlar: 403
|
Seni en çok ben severim...Ahmet Altan'dan
Seni en çok ben severim...
Aşık bir kadını korkutabilecek hiçbir şey yoktur.
Ne tanrıdan, ne şeytandan korkar.
Onu korkutan tek şey, erkeğin korkusudur.
Aşık bir kadının korkusuzluğu, aşkına olan güveni, mucizelere olan
inancı yanında herkes biraz korkak, güçsüz ve zavallı kalır.
Sevdiği erkeğin kendisi kadar güçlü olamadığını görür kadın.
Ona rağmen sevmekten vazgeçmez.
'Şu koca dünyada, yanında ben olmadan, tek başına hiçbir şeyi kusursuz
yapamayacağını biliyorum; ikimiz birlikte olmadan, kadınları baştan
çıkarmada bile mükemmel olamayacaksın. Şimdi beni anlamaya başlıyor
musun? Ben senin yaşamınım, hayatının diğer yarısı benim. Ben yanında
olmazsam, sen ne tam bir insan, ne gerçek bir sanatçı, ne doğru dürüst
bir oyuncu, ne de yolcu olabilirsin, aynı şekilde ben de sen yanımda
olmadan gerçek bir kadın olamam.'
Aşık bir kadının, kendisinin, sevdiğinin, dünyanın, hayatın hatta
ölümün bile biraz eksik kaldığını hissetmesindeki o korkunç acıyı, o
eksikliği kapatabilmek için sevdiği erkeğe doğru hiçbir sınırda
duraklamadan yürüyüşünü, sevdiği erkek bir gün ölse bile duyduğu
sevgiyi bu ölümün yok edemeyeceğine olan inancını, o erkek olmadığında
"tanrının yalnızlığına" benzer büyük bir yalnızlığın içinde yaşayışını
görmeyen, bu duygulara yabancı biri, her taşı siyah pırlantalarla
bezenmiş bir tapınağın kapısında bir ömür boyu oturan bir kör gibi
geçirir hayatını.
Erkeklerin belki de hiçbir zaman ulaşamayacağı böylesine korkunç bir
bağlanışın şahikasına ulaştığında, kadın, yeryüzünde yaşayan herkesten
ayrıldığına, eşsizleştiğine, kaderi değiştirecek bir gücü ele
geçirdiğine inanır; öylesine koyu bir kedere ve öylesine parlak bir
mutluluk hayaline sahiptir ki geceleyin gökyüzünde ışıklar içinde
yanan bir gökkuşağı gibi yaşar.
En koyu karanlık ondadır.
En yakıcı parlaklık da...
İşte o zaman, büyük bir inançla fısıldar.
- Seni en çok ben severim... Kimse seni benim gibi sevemez.
Keskin kristalden bir kılıç gibi hayatına saplanmış yalnızlığa, hiç
durmadan çalan büyük bir çan gibi içinde yankılanan özleme, tüten bir
zehir gibi soluduğu terkedilmişliğe rağmen sevgisinin bir mucize
yaratacağına inanır.
Ve, bir dindarın bir dinsize acıdığı gibi bütün bu duyguları anlamayan
erkeğe acır.
Mutluluğun kapısında duran zalim bir muhafız gibi o kapıyı açmayan
sevdiğine öfkelenir.
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük yazarlarından biri olduğu ancak ölümünden
sonra kabul edilen "Macar edebiyatının talihsiz ustası" Sandor
Marai'nin romanındaki kadının kendisini bırakıp giden sevgilisine
seslendiği gibi seslenir.
"Sen bana, ben sana aitiz Giacomo, tıpkı bir katilin kurbana, bir
günahın günahkara, bir sanatçının eserine ve her insanın kaderine ait
oluşu gibi..."
Hissettiği sevginin bütün engelleri yok edebileceğini haykırır.
"Bir yargıç gibi seni huzuruma çağırıyorum. Seni yepyeni bir yaşama
uyandırmak istiyorum, yürümekte olduğun yoldan seni çekip alıyor,
bağlı olduğun bütün kuralları söküp atıyorum, çünkü tüm bunlardan daha
güçlüyüm, çünkü ben seni seviyorum."
Sevdiği erkeğin aldırmazlığına, "alçaklığına", yalanlarına,
korkaklığına, sevgiyi kavrayamayan sığlığına rağmen bir çöl gecesi
gibi ıssız ve soğuk geçen yaşamını bir mucizeye çevireceğine olan
inancı hep o aşktan beslenir.
Bir kadın, hissettiği ve kendisini değiştiren büyük aşkın erkeği nasıl
değiştiremediğini, erkeğin, karşısında elmastan yontulmuş bir heykel
gibi duran bu aşktan nasıl etkilenmediğini hiç kavrayamaz.
"Giacomo, seninle paylaşamayacağım bir acı, mahrumiyet ya da alçaklık olmazdı."
Erkeğin getireceği her felakete, kirlenmeye, alçaklığa bile razıdır,
sevginin bütün bunları okyanus dalgaları gibi içine alarak
temizleyeceğine muhteşem bir safiyetle inanır.
Aşık bir kadını korkutabilecek hiçbir şey yoktur.
Ne tanrıdan, ne şeytandan korkar.
Onu korkutan tek şey, erkeğin korkusudur.
"Neden hançerlerden, zindandan, zehirlenmekten ya da ahlaksızlıktan
korkmuyor da benden ve mutluluktan korkuyor."
Aşık bir kadının korkusuzluğu, aşkına olan güveni, mucizelere olan
inancı yanında herkes biraz korkak, güçsüz ve zavallı kalır.
Sevdiği erkeğin kendisi kadar güçlü olamadığını görür kadın.
Ona rağmen sevmekten vazgeçmez.
Erkekteki bütün zaafları kendisinin iyileştirebileceğine, onun
korkularını kendisinin geçirebileceğine, onun açgözlü mutsuzluğunu
doygun bir mutluluğa çevirebileceğine olan güvenini hayatın kendisi
bile sarsamaz.
Erkeğe sevgiyi ve mutluluğu anlatmaya çalışır.
"Sen birini sevmek nasıl bir şeydir hiç bilemedin, bilemezsin de. Sana
sevgiyi anlatmak zorundayım çünkü onu tanımıyorsun."
Böyle kendinden vazgeçerek, hayattan vazgeçerek, bir gün
gerçekleşeceğini umduğu bir hayal karşılığında bütün gerçeklerden
vazgeçerek, insanların değerli bulduğu ne varsa onlardan vazgeçerek
sevmeyi bilmeyen erkeği, onun vazgeçemeyişlerini, başka kadınların,
paranın, şöhretin, dünyevi zevklerin varlığını unutamayışını bazen
kederle, bazen öfkeyle, bazen acıyarak seyreder kadın.
Erkekle birlikte çıktıkları bu yolun neresinde erkeğin usulca başka
bir patikaya saptığını görebilmek için geçmişi, konuşmalarını,
söylenen sözleri defalarca hatırlar, her seferinde söylenen sözlere
yeni manalar yükler, yeni ayrıntılar keşfeder.
Erkeğin hangi sözünün, hangi bakışının, hangi davranışının bu acılarla
ve umutlarla dolu büyük maceranın başlangıcı olduğunu bulmak ister,
erkeğin söylediği hangi cümle onu böyle sarsmış, hayatını altüst
etmiş, bütün kaderini değiştirmiştir.
"Seni, beş yıl önce Piostan'da, o solmuş bahçede bana 'vahşi ısırgan
otu' dediğin, benim yüzümden düello ettiğin, sonra da alçakça beni
bırakarak kaçıp gittiğin yerde gördüğüm andan beri seviyorum."
Ne zaman sevmeye başladığına dair bir fikri vardır.
Kendisi açık bir düşünceyle değilse de bir sezgiyle "geleceğinin
değiştiğini" farkettiği anda erkeğin ne düşünmüş olabileceğini tahmin
etmek ister.
Erkeğin içini görmektir arzusu.
Bir kahinin billur küresine baktığı gibi erkeğin içine bakıp oradaki
bütün düşünceleri, duyguları, ihanetleri anlayabilmeyi arzular.
Sonra şöyle der kendine.
- Onun içini sadece kendi içimden görebilirim. O benim! Eğer onu en
çok ben sevdiysem, kendi yalnızlığını hissettiği yakıcı ve eşsiz bir
anda onu kimsenin benden fazla sevemeyeceğini anlayıp ürperecek.
Sevdiği adamı o kadar çok düşünür ki sonunda kendisinden uzakta duran
o erkeğin ruhu onun ruhuna sızar, öyle bir zaman gelir ki sevdiği
erkeğin ruhuyla kendi ruhu birbirine karışmaya, birbirine benzemeye
başlar, kimi zaman o erkeğin sık söylediği bir kelimeyi kendisinin de
söylediğini, onun güldüklerine güldüğünü, onun üzüldüklerine
üzüldüğünü, erkeğin düşüncelerini anlamaya çalışırken onun
düşüncelerinin bir kısmını ödünç aldığını anlar.
Bu çok tuhaf ve şaşırtıcı bir sahip olma biçimidir.
Erkeğe benzeyerek, farkına varmadan onu taklit ederek, onu kendi
içinde yaşatmayı, onun alışkanlıklarının bir kısmını kendi varlığına
katmayı başarmıştır.
"Günün birinde Giacomo, kendime ait olduğunu düşündüğüm yüzün aslında
bir maske olduğunu ve onun arkasında seninkine benzeyen başka bir
yüzün saklandığını farkettim."
Bu ruh benzeşmesini sağlayan ve erkeğin ruhunu kendisine getiren
sevginin, erkeğin bedenini de getireceğine olan güveni artar.
Bu inancı, böylesine sevmeyen birinin anlaması neredeyse imkansızdır.
Hele bir erkek bunu hiç anlayamaz.
"Seni en çok ben seviyorum," demeyi bilmez bir erkek, ne bunu
diyebilecek bir güveni, ne sevgiler arasında "en çok" olmasını
sağlayacak bir rekabete tahammülü, ne bütün ruhunu karşısındakine
açacak bir cesareti, ne de sevginin gücüne böylesine bir inancı
vardır.
Sevginin ona hayatı değiştirecek bir güç vereceğine değil, onu hayatı
kaybetmesine yol açacak bir güçsüzlükle sakatlayacağına inanır.
Sevmek durmaktır. Erkek, durmaktan korkar, o kendi varlığını sadece
hareket halindeyken hissedebilir çünkü, durduğunda saçları kesilen
Samson gibi gücünü yitireceğini sanır.
"Günün birinde gırtlağına sarılmış bir sıkıntıyla uyanmaktan mı
korkuyorsun Giacomo? Sakın korkma sevgilim, çünkü duyacağın can
sıkıntısı renkli ve neşeli olacak, ayrıca bir anlam da taşıyacak,
seviliyor olduğun anlamını."
Sevdiği erkeğin yanında sıkılacağından korkmaz aşık bir kadın hatta bu
ihtimali sevecen bir gülümsemeyle, aşkın duraklayıp soluklandığı sakin
bir menzil, insanın içini ferahlatan güzel ve durağan bir dağ
manzarası gibi düşünür, o sıkıntıda bile bir aşkın ortaklığını bulur.
Seviyordur çünkü.
Onun sevgisiyle yarışacak, onun sevgisinin rengarenk açılacak
kanatlarının parlaklığı karşısında solgun kalmayacak bir duygu yoktur
onun için.
Acı ve umut doludur.
Sonsuz güneşlerle ve ufuksuz karanlıklarla dolu bir evrende tek başına
duran tanrının yalnızlığına ve gücüne sahiptir kader karşısında,
yalnızlığını ve gücünü yaratan sevgisini bir gün kaderi
değiştirebilmek için parlak bir kederle taşır.
Ve ıssız bir sahilde çalan bir panflüt gibi duyanın içine işleyen bir
sesle, kendine, erkeğe ve hayata hep aynı soruyu sorar.
- Onu en çok ben seviyorum... Neden kaderi değiştirmeme izin vermiyor?
Yaşadıklarının ağırlığına dayanamayarak bazen gelecekten kuşkulansa da
geçmişten her zaman emindir.
"Zaman ikimizin yaşadığı şeyleri asla yok edemeyecek Giacomo..."
Bir kadın böyle sevdiğinde bazen zaman geleceği de yok edemez.
Zamanı bile ince uzun ellerine alıp uysallaştıran böyle bir sevgi iki
şeye muktedirdir.
Ya en çok seven kadını mahveder...
Ya kaderi yeniden yaratır.
ahmet altan
|