Anlamsız bir gecenin tam ortasındayım. Dünden bugüne kaçırdığım, elimde neyim kalmışsa yüreğimin kaldırımlarına döşediğim her şeyle karanlığa bakmaktayım. Yo, hüzünlü değilim, kandırmıyorum kendimi, sadece dar bir bakışa hapsoldum, şimdilik... Zaman bu, hayat sadece kendi eksenim etrafında dönmezken, dilime takılanları yazamamaktan gocunuyorum.
Küfretmek istiyorum şimdi, dipsiz bir uçurum bulup aşağıya atmak istiyorum sesimi. Bilsemki yaralanacağım, sille tokat dövmek istiyorum kendimi.
Aşk vardır hep, aşk yoktur, ağlamak vardır, ağlamak yoktur. Kimisi dağlarda gezmeyi sever kimisi taş binaların ortasında...
Gün gelir, gece başlar, sabah olur, güneş doğar, zaman biter.
Baktığım hiçbir yerde yoksun şimdi. Elimde şarap şişesi, yasaklanmış bir hayat için sarhoş oluyorum.
Tırnaklarımın törpüsüz kesiminde toprak izleri varken, gözlerimdeki güneşe el sallıyorum, hem iyiyim hem kötü. Zaman beni tam orta yerimden acayip yıkıyor. Ne yarın ne dün; bugün beni sensizken paramparça ediyor...
Anla...
Bir iki not iliştirmiştin odama, hatırlıyor musun, ilk gelişindi evime. Sarı boyasını sevmemiştin, duvardaki resmi de. Masanın örtüsünü sen getirmiştin gelirken, mavi desenli garip bir bez parçası. Üstüme üstüme gelen İstanbul'dan bir tek seni sevmiştim o zaman, gülüşünün masum sevişmesini terime dökerken, sabaha kadar uyutmuştun beni koynunda... Evet, gerçekten yıldızdın içime düşen, sıcaklığının deniz gözü gibi sessizdin ilk, sonra çağlayan misali coştukça coştun... Alt kattan gelen esrar kokusuna bulandık, hatırla, şarkısız, şiirsiz geçen ilk gece, yalnızca ikimiz vardık geceye başlayan.
Sabah aramıza deniz de katılmıştı, anımsa...
Bu aşka bir üçleme gerek demiştin, gözümün gördüğü tek melektin, farzları kılınan namaza durur gibi duruyordun karşımda, mapushane deminden taparcasına sakladığım bir yudum nefesi serdim sana, aldın, sıkıca, ağladın, ağladın, ağladıkça çoğaldın...
Mutluluğun en güzel şekliydi adım, böyle yazmıştı yorganımın altına saklanırken masumiyet, seni seviyorumların bir bir düşerken zamana; çam kokusu teninde İstanbul görülüyordu, sanki koca ömrü saçının bir teli anlatıyordu...