“Kendini tanıma yolu” olarak nitelendirdiğim spiritüel bilgilerle ilk karşılaşıldığında hemen herkesin ilk yaptığı eylem, deli gibi okumaktır.
Ama öyle böyle olmaz bu okuma eylemi, kitapçıların spiritüel kitapların olduğu bölüm olduğu gibi download edilir neredeyse insanın beynine. İşte tam bu dönemde de hemen herkes şu tepkiyi alır çevresinden:
“Aman ha! Bu konular üzerinde bu kadar fazla düşünme, kafayı yersin!”.
Hatta bazıları da ilk başlarda bu uyarılara aldırmasalar bile bir süre sonra okumayı keserler ve “off nerdeyse kafayı yiyecektim” yakınışları arasında bu bilgilere karşı durup, başkalarını da uyarmaya başlarlar.
Peki gerçekten bu bilgiler insana kafayı yedirir mi?
Hemen yanıt vereyim: Evet, yedirir.
Ama hemen ekleyeyim, bu, günboyu oruç tuttuktan sonra iftarda birden yemeklere hücum ettiğinizde yaşanılan sıkıntıya benzer.
Bilgileri hiç hazmetmeden, onları sindirmeden, üzerine düşünüp (en azından kendi içinde) tartışmadan ha babam okursan, bir süre sonra kafan iyice karışır ve sonra ya bazılarının yaptığı gibi kusarsın, ya da hazımsızlık geçirip bir köşede öylece yatakalırsın.
Tabii ki ilk başlarda büyük bir hevesle olaya atılındığında bu süreçler yaşanır; ama aradan yıllar geçtikten sonra bile böyle hazım problemleri yaşayan ve bunun sıkıntılarını çeken ve hatta “kafayı yemiş” tipler o kadar çok var ki…
İnsanın bu dünya üzerindeki en büyük gücü, aklını kullanabilme yetisidir.
Kutsal kitaplardan, günlük hayatta karşımıza çıkan kitaplara kadar ve hatta spiritüel kitapların “en kafa yedirttiğine” inanılan örneklerinde dahi mutlaka “Aklınızı Kullanın” mesajı insanlara verilmiştir.
Fakat, canım insanlık genellikle bu mesajı algılamaz, çünkü sürekli aynı mesajı ala ala ve aldırmaya aldırmaya “mesaj yalaması” olmuştur ve hatta “akıl akıl, gel orama burama takıl” tarzında argolarla dalga bile geçer.
Ama sevgi, barış, insanlık… gibi artık iyice aşınmış kavramlar gibi akla da pek değer verilmez ve pek de kullanılmaz.
Kullanılmamasının bir nedeni de bunun yorucu ve cesaret isteyen bir eylem olmasıdır. Bu tıpkı ÖSS sınavına girmek gibidir çünkü.
Nasıl ÖSS’de bir soru sorulur ve karşına beş seçenek gelir ve bunlardan biri doğru ise, hayatta da; hele konu spritüel bilgiler olduğunda, insanın karşısına bir sorunun birden fazla yanıtı çıkar ve bunların arasında çok güçlü çeldiriciler de mevcuttur.
Aklını kullanmayı öğrenememiş kişiler, bu sorular karşısında birilerinin kendilerini yönlendirmesini ve yanıtları onun yerine vermesini isterler ki işte guruluk müessesi burada ortaya çıkıyor.
İyi biri guru, böyle durumlarda kendisine soru soranın, yanıtını yine kendisinin bulması için ona yardımcı olmaya çalışırken; maalesef birçoğu kendisine tapınılması egosuna yenik düşer ve etrafını müritlerle doldurur.
Kişi kendi yanıtını kendisi bulma noktasına gelen kadar da zorlanır, onu da belirtmem lazım.
Çünkü bir defa etrafındaki çeldiriciler çok çok güçlüdür ve kafayı sağlam karıştırır. Diyelim bunların arasından sıyrıldı ve kendi yanıtını buldu; o yanıtı hayatında yaşayabilmesi için de cesur ve dayanıklı olması lazımdır ki çevresinde onu yolundan çevirmeye çalışan, hatta çeşitli baskılar da uygulamaya çalışan insanlar olacaktır. (Fakat kişi tüm bu süreçleri geçmeyi başardığında da görecektir ki tüm o karşısında duran insanlar, ona kötülük değil, bilakis iyilik etmişlerdir, çünkü kişiyi çok geliştirmişlerdir.)
Ayrıca yine bu süreç esnasında kişinin kendine ve hayatına karşı “acımasızca” bir dürüstlükle bakabilmesi gerekir ki doğru yanıtlar, çoğu zaman çok güçlü olmayı gerektirir, çünkü kabullenilebilmeleri zordur.
Esasında hayatımızdaki en büyük doğru yanıt: ne kadar güzel, değerli, güçlü ve istediğinde aklını harika kullanabilen varlıklar olduğumuz gerçeğidir.
Ama maalesef kabullenilmesi en zor yanıt da budur bizler için, ne kadar ironik değil mi? Kötü, çirkin, güçsüz ve aptal olduğumuz yanılsamasına dört elle sarılırken, bir yandan bunların tam tersine sahip olmak için çabalarız, ama gerçekle karşı karşıya kaldığımızda da dört nala kaçarız. İlginç varlıklarız vesselam…
Tüm bu söylediklerimi özetlemem gerekirse:
İnsana kafayı yedirten fazla okumak değil, aklını yeterince kullanamamasıdır; ama aklını kullanabilmek de ciddi bir emek ister. Siz buna hazır mısınız?