Palandöken’in arı duru beyazlığı üstünden doğan bir dolunay gibi çıkıp geldi bir gün evimize: Erzurum’daki öğrenci evimize. Ne ki, bir yanı hep kırıktı, ezikti, yaralıydı. Yemen türküleri gibi yanıktı. “köye ilk gelen jipin altında / arkadaşından fışkıran kanda da” yaşadığı mistik acıyı yüreğinin bir köşesine koymuştu. Zarif zarif kanardı yüreği. “dalgının ölüm karşısındaki sükûneti” ile yaşadı. Şiiri iki yüksek dağ arasına kurulmuş bir salıncak gibiydi. Ölümle yaşam, umutla karamsarlık, yalnızlıkla kalabalık, tedirginlikle teslimiyet arasında zar atan ‘gözü kara’ bir kumarbaz gibi yaşamını ortaya koymaktan çekinmedi ama çektiği zihni çilenin sonunda ulaştığı nokta hep ‘şafak’tı: Umut. “umut kesilmiyorsa dostlarım / kesip / barikatlar kurarak kangrenli gövdemizden / şurda güneşe ne kaldı.”*
Sevince gözleri Palandöken gibi parlayan, kızınca gece gibi içine çekilip sabreden, kimi zaman Hortum Şelâlesi [Özgün metinde Hortum Şelâlesi denilmiş ancak doğrusunun Tortum Şelâlesi olduğunu düşünüyorum, H. C. Doğan] gibi çağlayan, kimi zaman durgun bir su olup nazlı nazlı akan, alabildiğine dost, su katılmamış bir Anadolu delikanlısı: İlhami Çiçek. Bahar aylarında çok sevdiği ve cebinden hiç eksik etmediği caneriği gibi ekşi ile tatlı, gece ile gündüz, şefkat ile öfke arasında gidip geldi. Yaşamının tüm gelgitlerinin kısacık ömrüne sığdırdığı cinnetle bir derviş sığınmışlığının sınırında ateşten bir gömlek içinde ve kordan bir kalemle yazdığı ‘Satranç Dersleri‘ne sığdırdı. Kendisinin taşıyamadığı metafizik gerilimi şiirine, şiirinin taşıyamadığını ise kendi yüreğine taşıdı. O bir çocuk saflığı ile ama militan bir yürekle şunu sordu hep: “o gitti ben gittim / sonunda müthiş kuşluğa vardık / şimdi çocuklar da soruyor / kimdir ayımızı örten kadavra”*
Bir konuşmasında “sanatçı yoğunlaşmış ulustur” diyordu. O, 20. yüzyılda Türk toplumunun cinnete dönüşen ruh hâlini tüm boyutlarıyla yaşadı ve şiirine girintili çıkıntılu bir Anadolu haritası gibi yerleştirip gitti. O, dostlarında, giderek büyüyen bir özlem oldu hep.