Hamîd-üt-Tavîl hazretleri Tâbiînin meşhûr hadîs âlimlerindendir. Boyu kısa, fakat elleri uzun bir zât idi.
Şöyle ki;
Evinde durduğu zaman bir eli yere değerken, bir eli tavana değerdi. Kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı.
İnandığı gibi yaşadı.
Yaşadığı gibi öldü.
BİR MUCİZE
Bu zat, Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyetle anlatıyor: Resûlullah Efendimizle bir grup eshâb birlikte iken ikindi oldu.
Ancak su yoktu.
Eshâb telâşlandı.
Ve hemen su aramaya dağıldılar, ama bulamadılar. Efendimiz aleyhisselâm bir kab su istedi. Getirdiler.
Mübarek elini kaldırdı.
Kabın üstüne koydu.
O anda parmakları arasından suyun fışkırdığını gördüm. Hepimiz abdest aldık. Üçyüz kişi idik. Hepimize kâfi geldi.
Habîb-i Acemî hazretlerine bir gün, bir kimse geldi ve; “Benim, senden yüz dirhem alacağım var” dedi. Ve istedi bu parayı.
Mübârek zât;
“Hiç hatırlayamadım. İstersen yarın gel, bir çâresine bakalım” buyurdu.
Adam peki dedi.
Ve ayrılıp gitti.
Hazret-i Habîb o gece iki rekat namaz kılıp; “ilâhî, bu kimse doğru diyorsa, ödemem için bana kolaylık ver. Yalan söylüyorsa, onu sana havâle ettim” diye niyâzda bulundu.
Ve sabah oldu.
O adam uyandı.
Fakat gördü ki, bütün vücûdu felç olmuş, hiç bir yerini hareket ettiremiyor. Hazret-i Habîb bunu işitip ziyâretine gitti.
Adam Onu gördü.
Çok mahcup oldu.
Ve eziklik içinde; “Ey Habîb, ne olur beni affet. Nefsime uyup yalan söyledim. Senden alacağım yoktu” dedi.
Çok pişmândı.
Ona doğru bakıp;
“Ne olur duâ et de bu dertten şifâ bulayım” diye yalvardı. Büyük Velî acıdı yine.
Kaldırdı ellerini.
Şifâ için dua etti.
Adam o anda şifâ buldu ve fırlayıp kalktı ayağa. Sanki hiç hasta olmamıştı.
HUBBU FİLLAH
Bu zât, bir sohbetinde; “Kalbiniz Allah’tan başka şeye tutulmuşsa hasta demektir, onu tedâvi edin” buyurdu.
“Nasıl tedâvi edelim?”
diye sorduklarında da;
“Kalbi hasta olmayanlarla berâber bulunun. Allah sevgisi, Allah adamlarının kalbinde olur. Onlarla beraber olanlar da bu ni’metten pay alırlar” buyurdu.
Efendimiz aleyhisselâm, bir gün eshâbına; “Mü’min kabre girince, iki suâl meleği gelir. Ancak çok heybetli ve korkunçturlar. Onu suâle çekerler” buyurdu.
Hazret-i Ömer dinledi.
Ve Peygamberimize;
“Yâ Resûlallah! Kabirde aklımız başımızda olacak mı?” diye sordu. Efendimiz; “Evet yâ Ömer, olacak” buyurdular.
Rahatladı.
Ardından;
“Öyleyse korkacak bir şey yoktur” dedi. Hazret-i Alî radıyallahü anh, Onun bu sözüne şaştı. Vaktâ ki Ömer Fâruk vefât etti.
Bunu hâtırladı.
Kendi kendine;
“Bakalım dâvâsının eri olacak mı?” dedi. Definden sonra bir kenara oturdu.
Gözlerini yumdu.
Kabre teveccüh etti.
Hak teâlâ kaldırdı gözünden perdeyi. Gördü ki, suâl melekleri gelip suâle başladılar:
“Rabbin kim?”
“Dînin nedir?”
Hazret-i Ömer meleklere; “Siz nereden geliyorsunuz?” diye sordu. “Yedinci kat gökten” dediler. “Bu mesafe ne kadardır?” diye sorunca; “Yedibin yıllık yoldur” dediler.
Hazret-i Ömer;
“Pekâlâ” dedi.
“Siz bu uzun yoldan gelinceye kadar Rabbinizi unuttunuz mu?” Onlar; “Unutmadık” deyince, “Siz, yedibin yıllık yoldan gelip Rabbinizi unutmadınız da, ben şimdi şuracıktan, evimden çıkıp geldim, niçin unutayım?” dedi.
Gözlerini açtı.
Duygulanmıştı.
“Ey kardeşim Ömer, gerçekten sözünün eriymişsin” dedi. Ve bir Fâtiha okuyup gönderdi rûhuna...
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Allahü teâlâ dünyayı sıkıntı için yaratmış, âhireti ferahlık için yaratmış. Dünya kelamı sıkıntı veriyor, âhiret kelamı ferahlık veriyor. Peygamber efendimiz, (Bu dünya sevgisi yani haramların, günahların sevgisi leş gibi, çöplük gibidir, onun talipleri köpek gibidir) buyuruyor. Bir başka hadis-i şeriflerinde de, (Bu dünya müminler için zindandır, kâfirler için Cennet gibidir) buyuruyor. Bu şu demektir: Müminlerin âhirette, Cennette kavuşacakları o kadar yüce makamlar, o kadar güzel yerler var ki, oraya nazaran bu dünya, müminler için bir zindandır. Çok sıkıntılı yerdir, hapishane gibidir. Kâfirler de, Cehenneme girdikleri zaman, bu dünya hayatının kendileri için Cennet gibi olduklarını göreceklerdir.
Zenginler, genelde fakirdir. Bu nasıl olur, zengin fakir olur mu?
Zenginin biri, İbrahim Ethem hazretlerine elinde bir paketle gelip der ki:
- Efendim, çok güzel, çok kıymetli bir cübbem var, bunu size hediye etmek istiyorum. Lütfen hediyemi kabul buyurur musunuz?
- Zenginsen alırım, fakirsen almam. Söyle, zengin misin fakir misin?
- Çok zenginim efendim.
- Mesela ne kadar malın var?
- İki bin altınım var.
- Peki, iki bin altının daha olmasını ister misin?
- Elbette isterim. Havada kaparım.
- O zaman senin daha iki bin altına ihtiyacın var, sen fakirsin, gözün açtır. Vereceğin hediyede gözün kalır. Haydi, sen hediyeni al, buradan uzaklaş!
Kanaat en büyük zenginliktir, kanaat etmeyenin gözü doymaz. Ehl-i sünnet âlimleri, (Cömert, günahkâr da olsa, Allah’ın sevgilisidir. Cimri, âbid de olsa Allah’ın düşmanıdır) buyuruyorlar. Âbid, çok ibadet yapan demektir. Çok ibadet etmek kolay olmaz. İşin kolayı cömert olmaktır, vermektir, verene Allah verir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın âdeti şöyledir ki, kulların rızkını kullar eliyle verir.
Peygamber efendimiz, (Cömertlerde kusur aramayınız! Onlar düşerken Allah ellerinden tutar) buyuruyor. Ama cömertlik refleksle olmalı, zorla olmamalı. Cömertliğin ölçüsü, rahatça, isteyerek vermektir. Verdiği zaman da sevinmektir. Bu da iman alâmetidir. Çünkü Peygamber efendimiz, kâmil mümini, (Verdiği zaman sevinen kimsedir) diye tarif etmiştir. Onun için büyük zatlar, (Bir şey verdiğimiz zamanki duyduğumuz zevki hiçbir yerde bulamıyoruz) buyururlardı.
Hazret-i Hüseyin “radıyallahü anh” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” torunu, Hazret-i Alî’nin ikinci oğludur. Resûlullah Efendimiz her sabah namâzını kıldıktan sonra mübârek yüzünü Eshâb-ı kirâma çevirirlerdi. Ancak bir sabah öyle olmadı.
Hazreti Alî’yi aldı.
Ve Onunla çıktı.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” nereye gittiklerini anlayamadı. Hazret-i Fâtıma’nın evine gitmişlerdi. Efendimiz, Hazret-i Alî’ye; “Kapıda dur, kimseyi içeri alma” buyurdu. Hazret-i Hüseyin doğmuştu.
Melekler geliyordu.
Tebrik ediyorlardı.
Hazret-i Ebû Bekir duramayıp, Hazret-i Alî’nin evine gitti. Sonra hazret-i Ömer, sonra hazret-i Osmân, sonra bütün Eshâb-ı kirâm, Hazret-i Alî’nin evine gittiler.
Hazreti Ebû Bekr sordu:
“Resûlullah nerede?”
Hazret-i Alî; “İçerideler” dedi. “İzin verirsen ben de gireyim” deyince; “Allah’ın Resûlü meşgûldür” dedi. “Benim girmememi sana emretti mi?” deyince; “Hayır, yalnız dörtyüzyirmidörtbin melek geldi” dedi.
Hazreti Ebû Bekr şaştı.
Bu işe aklı ermedi.
Hazret-i Alî “radıyallahü anh”, bu mâlumatı, bütün Eshâb-ı kirâma da söyledi. Bir ara Resûlullah Efendimiz dışarı çıkıp, herkesin içeri girmesini emredince, bütün Eshâb-ı kirâm sevindiler.
Ve içeri girdiler.
Selâm verdiler.
Hazret-i Alî’nin meleklerin sayısı hakkındaki sözünü Efendimize arz ettiler. Resûlullah da hayret ettiler.
Hazreti Alî’ye sordular:
“Bunu nasıl bildin?”
Hazret-i Alî; “Melekler grup grup geliyorlardı yâ Resûlallah. Her biri, ayrı bir dil ile konuşuyor ve sayılarını bana bildiriyorlardı” diye arz edince; “Allah aklını ziyâde etsin yâ Alî” buyurdular...
Bir gün Resûlullah efendimiz, Hazret-i Hüseyin’i sağ dizine, oğlu İbrâhîm’i sol dizine aldı. Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Hak teâlâ, bu ikisinden birini alacak. Sen birini seç!” dedi. Efendimiz mahzun olmuştu.
Bu bilgiyi aldı.
Cevâbında;
“Hüseyin vefât ederse, benim canım yandığı gibi, Alî’nin ve Fâtıma’nın da canları yanar. Ama İbrâhîm giderse, en çok ben üzülürüm. Onları kendime tercîh ediyorum” buyurdular.
Üç dört gün geçti.
İbrâhîm vefât etti.
Hüseyin “radıyallahü anh”, Resûlullahın yanına her gelişinde, Efendimiz Onu öper ve; “Selâmet ve se’âdet o kimseye ki, oğlum İbrâhîm’i ona fedâ ettim” buyururdu.
Çok güzeldi.
Ve nurluydu.
Öyle ki, karanlık gecede etrâfını aydınlatırdı. Yaya olarak yirmibeş defâ hacca gitti. Berâberindekiler bineklere binse de, kendisi binmezdi.
Çok cömertti.
Bu hususta;
“Cömert, efendi olur, cimri ise hor olur. Mü’min kardeşini kendinden önce düşünen, âhirette daha iyisini bulur” buyururdu...
Sâbit bin Eslem Benânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” anlatıyor: Bir mü’min, Allahü teâlâdan bir şey isterse, Allahü teâlâ bu iş için Cebrâil aleyhisselâmı vazifelendirir.
O kul sâlih ise.
Hazreti Cebrâil’e;
“Bu kulumun ihtiyâcını yerine getirmekte acele etme. Çünkü ben, o kulumun sesini duymayı seviyorum” buyurur.
Fenâ kul ise.
O zaman da;
“Yâ Cebrâil! Onun isteğini hemen yerine getir. Çünkü ben onun sesini duymak istemiyorum” buyurur.
Sâbit bin Eslem Benânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” anlatıyor: Bir kimse vardı ki, babasını bir yerde dövüyordu. Ona; “Babanı niçin dövüyorsun, ayıp günah değil mi?” dediler. Bunun üzerine babası dedi ki:
“Bırakın dövsün!”
“Niçin?” dediler.
“Çünkü vaktiyle aynı bu yerde, ben de babamı dövmüştüm. Şimdi ektiğimi biçiyorum” dedi.
Ebül Hüseyin Şirvânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” İran’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Ömrünün sonlarına doğru felç oldu.
Eli ayağı tutmazdı.
Ayağa kalkamazdı.
Fakat, her gün beş namaz vakitleri girince iyileşir, namaz bitene kadar, bir de sohbet esnâsında sıhhatli ve sağlam olur, bu zamanlar hâricinde yine felçli olurdu.