Geri git   Van.GEN.TR Forum | Yerel Van Forumu > Şiir & Hikâye & Yazı > Hikâyeler

Hikâyeler Hikâye paylaşım alanı

Cevapla
 
Konu Araçları Stil
Alt 10/01/09, 15:30   #1
..::ŞiMaL::..
Yarbay
 
..::ŞiMaL::.. - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: BiTLiS-ADiLCeVaZ
Mesajlar: 427
Tecrübe Puanı: 23 ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold ..::ŞiMaL::.. is a splendid one to behold
Wink Ateşin iki Biçimi üstüne Bir Aşk Hikayesi

Ateşin iki Biçimi üstüne Bir Aşk Hikayesi

1855 yılının güvercinlerin, kedilerin ve köpeklerin bile gölge ve kuytu bir saçak altı aradıkları; çınar, ıhlamur ve badem ağaçlarının serinliğine, bulunan ilk fırsatta kaçıldığı sıcakların sürdüğü bir temmuz sabahı, Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde genç bir adam, henüz şehrin üstüne güneş doğmamış, toprağı ve yol taşlarını ısıtmamışken, evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değecek gibi olduğu dar sokaklardan, Unkapanı’ndaki nalıncı dükkanına doğru düşüncelere dalmış yürüyordu. Herkesin uykuda olduğu bu saatlerde, genç Selim’in yolda olmasının sebebi, İbrahim Paşa’nın yedi çift nalın siparişinin yarına yetişmek zorunda oluşu dışında, o gün, yamak olarak on yaşlarındayken yanında işe başlayan Davut’un, esnaf erbabından birkaç kişinin de bulunacağı bir törenle kalfalık makamına yükselişi vardı. Bu yüzden gün ağarmadan yola çıkmıştı.

Bir taşa takıldığında, fenerini almadığı için kendi kendine söylendi. Evlerin arasındaki boş arsalardan ara sıra görünen deniz, derin bir uzlete çekilmiş gibi görünüyordu. Gündüz bir ışık ve renk cümbüşü sergileyen İstanbul, geceleri, eğer ay da yoksa karanlık bir örtünün altında, yalnızca siluetlerin meydana getirdiği tuhaf şekil ve gölge oyunlarının arka arkaya sahne aldığı, semanın ve karanın birbirine karıştığı dipsiz bir uçurumu andırıyordu. Fenerlerin, belli başlı sokakları ve meydanları ya da meyhanelerin, kahvehanelerin kapılarını aydınlattığı, küçük pencerelerden kedi gözleri gibi parladığı ve gemi fenerlerinin denize yansıyan ışıklarının tatlı tatlı oynaşarak titrek danslar yaptığı bu ıssız manzarayı seyretmek doyumsuz bir haz veriyordu Selim’e. Kapkaranlık korular, meydanlar ve sokaklar geceleri iyice ıssızlaşır ve şehir, bekçilerle köpeklerin, meyhane müdavimleriyle katil ve hırsızların, uğursuz ve sefihlerle aşk kaçamağı yapan kadınlarla delikanlıların hükümranlığına terkedilirdi.

Bir çamur birikintisinin üstünden atlayan Selim, akşamsefalarının, ıhlamur ve sabun kokan çamaşırların arasından geçerek, sokağın başını tutmuş tembel tembel uyuklayan köpeklerin yanından, neredeyse parmak uçlarında usulca ilerleyip, endişeyle sere serpe yatan kalabalık çeteye baktı. Boz renkli, kulağı parçalanmış yara bere içinde olanı tek gözünü aralayarak Selim’i şöyle bir süzdü, sonra umursamaz bir şekilde uykusuna geri döndü. Uyanmamış olmaları büyük şanstı doğrusu, yoksa bütün mahalleyi velveleleri ile ayağa kaldırmaları işten bile değildi. Defterdar yokuşundan inerek yoluna devam etti. Bu sırada sabahın sessizliğini, selatin camilerin minarelerinden yükselen, müezzinlerin hüzünlü ve yorgun sesleri doldurmuş, güneşin doğuşunu haber vermişti şehre.

Sabah kalktığında karısı Firuze henüz uyuyordu. Alacakaranlıkta, bir süre onu seyretmiş, bedeninin tenha serinliklerini örten ve her nefes alışında üstünden sıyrılacakmış gibi ahenkle hareketlenen geceliğinin her bir kıvrımında hayat bulan; hüzün ve neşeyle, sevgi ve nefretle dolu acı hatıraların izlerini sürmüş, mühürlenmiş geçmiş zamanları düşünmüştü hüzünlenerek. Bir cevap bulamadığı soruları. İlk karşılaşmalarında olduğu gibi hala güzelliğiyle kendisini şaşkına çeviren tuhaf büyünün devam ettiğine sevinerek gecenin sessizliğinde Firuze’nin huzurlu soluklarını dinlemişti…

Venedikli bir mimara yaptırılan Tophane-i Amire’nin önüne vardığında, kesif bir barut kokusu sarmıştı sabahın bu duru havasını. Döküm ustalarının Ejderhan, Balyemez, Zorbozan gibi isimler verdiği, Avrupalıları gürültüleriyle korkudan hop oturup hop kalkmalarına sebep olan dev topların döküldüğü imalathanenin bacalarından yükselen kara duman, döküm ocaklarının demir ve bronzu eritmek üzere hazırlığa başladıklarını gösteriyordu. Sabah namazı için Kılıçalipaşa Camisine girip, abdestini almak üzere çeşmenin başına gitti. Cemaatten birkaç kişiye selam verdi ve ayakkabılarını sonra da yandan kopçalı mestini çıkarıp ayaklarını çeşmenin altına uzattı, suyun teninde bıraktığı serinliğe daldı bir süre.

Henüz bir çocukken, Firuze’yi gördüğü ilk anı hatırladı. Feridiye mahallesinde birlikte büyüdükleri Yusuf ile oyun oynamaya iki sokak ötedeki boş bahçeye gitmişlerdi. Haytalıklarıyla mahalle sakinlerini canından bezdiren bu iki kafadarın, girmedikleri bostan, aşırmadıkları erik, peşinden koşmadıkları köpek kalmamıştı nerdeyse. Yüksek duvarlarla çevrili ve içinde bir kısmı yanmış ve terkedilmiş bir köşkün bulunduğu bahçede tek başına oynarken tesadüf etmişlerdi Firuze’ye. Yusuf’la beraber boş vakitlerinin çoğunu geçirdikleri ve hayallerinde canlandırdıkları serüvenlere masal dekoru olan bahçede, bir peri kızı gibi karşılarına çıkan küçük kız ikisini de büyülemişti. Uzak diyarlardan getirilmiş, isimlerini bilmedikleri, uzun süredir bakımsız kaldıkları için sık dokunmuş bir kilim gibi birbiri içine girmiş artık geçit vermeyen devasa ve envai çeşit bitkinin, ağacın olduğu, kimi köşeleri korkutucu bu ormanda, bir orman perisi gibi karşılarında belirmesi, serseme döndürmüştü ikisini de.

Küçük bir açıklığın ortasında bulunan iki metrelik bir çukurun önünde, ipekli kumaştan, bahçenin bütün yeşilinden daha göz alıcı şalvarı, beyaz içliği ve yeşil kadife üstüne altın sırmalı cepkeniyle, zamanın akışına hükmeden bir saflık ve güzellik tanrıçası gibi kendi kendine oyun oynuyordu. Onun dışında akan zaman sanki yavaşlamıştı. Bulunduğu yer, her şeyin merkezi olmuştu. Her şey onun içindi ve her şey onun etrafında dönüyordu. Saf bir ışık kaynağı ormanın ortasında parıldıyor ve bu kaynağın cazibesiyle, gelip geçen her şeyin onu izleyebilmek için durduğu, sonra sudaki dalgalanmalar gibi hızını kaybederek kaybolduğu ve her şeyin flulaşıp bozulduğu garip bir tablonun içine sıkışıp kalmışlardı sanki. İki kafadar şaşkınlıklarından sıyrılıp birbirlerine baktıklarında, aynı efsunlanmaya maruz kaldıklarını anlamışlardı.
Çalılıkların arasına iyice gizlenerek onu seyretmişlerdi. Bahçede arıların, böceklerin ve onun billur sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Küçük kız kuyunun yanı başında piştov gibi kullandığı bir tahta parçasıyla yürekli ve atak, patlama benzeri sesler çıkartarak, oyun oynuyordu. Yürekli, ama bir yandan da korkuyordu: Küçük kızın korkusu, ne yalnızlığından ne esen rüzgardan ne de içinde bulunduğu ormanın karanlık köşelerindendi. O’nun korkusu kuyudandı! Küçük kız kuyu’nun yanı başında, ıslak dudaklarında bir tekerleme, telkinde bulunuyordu sanki kendine. Bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu kuyudan. Kuyuya her yaklaşışında kendi kendine mırıldanıyordu:
- “Ortada kuyu var yandan geç!”

Ne olduysa o sırada oldu. Çukurun yanına fazla yaklaşan küçük kız bir taş gibi yuvarlanıp, birden gözden kaybolmuştu. Afallamış olan iki arkadaştan, kendine ilk gelen Yusuf ‘tu. Her zaman gözü pek, atılgan ve fiziğine güvenen Yusuf, tereddüt etmeden çalıların arasından çıkıp koşmaya başlamıştı bile. Selim de, bir iki metre geride, sert çalıların bedeninde açtığı çizikleri umursamadan var güçüyle Yusuf’un peşinden koşuyordu. Koşmaları esnasında devam eden sessizlik, endişelerini bir kat daha artırmış: “Bu küçük orman perisinin yer altı güçlerince kurban edildiği” düşüncesini zihinlerine getirmemeye çalışmışlardı. Selim’e göre daha iri yarı ve güçlü kuvvetli olan Yusuf, vakit geçirmeden kendini çukurun içine bırakmıştı. Ancak, gördükleri manzara karşısında şaşakalmışlardı. Öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüyle, canının yanmış olmasından çok, “nasıl düştüm?” diye kendine kızan bir peri vardı karşılarında. Bir yandan dizini ovuşturuyor, bir yandan da berelenmiş eline bakıyordu… Birdenbire karşısında peydahlanan iki delikanlıyı gördüğün de, onlar kadar, o da şaşırmıştı... O gün, aşk ateşinin yüreğine düştüğü gün oldu. Gizemli aşk yolunun, ehil yolcusu olması da Firuze’nin yaktığı ateşle başlamıştı…

Camiden çıktığında sokaklar da hareketlenmeye başlamıştı. Kemankeş Sokağından, Haliç istikametinde yürüyerek sahile ulaştı. Sabaha kurşuni bir rengin hakim olmasına yol açan sis, İstanbul’un tepesinde asılı duruyordu. Marmara denizi ve Haliç’in kıpırtısız yüzeyi üzerinde usul usul sallanan mavnalar, salapuryalar, buharlı ve yelkenli gemiler, Sultanın beyazlar içindeki saltanat kayıkları, limanı dolduran renk renk yüzlerce irili ufaklı, ince uzun tek ya da çift kürekli kayıklar, bu kurşuni örtü ile birlikte esrarlı ve uçucu bir görünüm sergiliyordu. Fener, Balat ve Hasköy, istikametine giden yolcular kayık bulma derdine düşmüş telaşla kürekçilere sesleniyordu. Limana yanaşmak üzere olan, uzak denizlerden gelmiş bir buharlının yeknesak sesi martılara eşlik etmekteydi. Parça parça dağılan, ani bir esintiyle yırtılıveren sisin ardından, sihirli bir dokunuşla ortaya çıkmış gibi duran yeşillikler, dev çınarlar, akça ağaçlar, çamlar ve serviler içine saklanmış köşkler, kasırlar, kimi kagir, kimi ahşap birbiri üstüne yaslanmış gibi duran şahnişinli evler, kubbeler, fildişi kuleler gibi gökyüzüne doğru uzanan hepsi birer sanat şaheseri olan minareler, köşkleri çevreleyen büyük bahçeler, günün ilk ışıklarının altında mücevherler gibi parlıyordu.

Saray Burnu’ndan başlayıp bütün tepeyi gerilere doğru, Sultan Ahmet meydanına kadar kuşatan ve yedi cihana hükmeden Sultanın; yalnızlığı, şehveti, suikastları, entrikaları, aşkları, zaferleri ve bir kan deryasında kaybolan hülyalarını keşfettiği mutantan Topkapı sarayı bütün heybetiyle gözler önüne serilmişti, sisin dağılmasıyla.

Yedi tepe üstüne kurulmuş, şairlerin, gezginlerin, sofistlerin, çeşitli milletlerden insanların ikbal aramak için peşine düştükleri bu nazlı ve büyülü şehir, Sultanın kimi zaman merhametli, kimi zaman da zalim kanatları altında, güneşin bu açık davetiyle yeni bir güne hazırlanıyordu. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen, güneşin yüzünü göstermesiyle birlikte, günün ne kadar sıcak geçeceğinin ilk işaretlerini de vermeye başlamıştı. Köprüye vardığında kalabalık daha da artmıştı.

İmparatorluğun başkenti İstanbul, yeni güne telaş ile başlarken, bu karmaşadan uzakta Selim zihnin de başka alemlere yelken açmış, Firuze’ye alacağı ipek atlas kumaş için nihayet birkaç akçe ayırabileceğini düşünürken, sırık hamallarının, “destur!” sesleriyle daldığı rüyadan uyandı. Şimdiden terlemişti; kuşağından çıkardığı mendille alnını, ensesini ve yüzünde boncuk boncuk birikmiş terleri sildi. Nereden çıktığı bilinmeyen bir esinti yüzünü okşadığında biraz ferahladığını hissetti. Beyaz mintanından içeri giren esinti, göğüs tüylerini titreterek yoluna devam ederken, başkalarını da serinleterek, İstanbul üzerindeki gezintisini sürdürmek üzere uzaklaştı. Selim korkuluklara yakın durup yüzünü bu esintiye çevirdiğinde, köprünün dubalarından gelen gacırtılara kulak verip, Boğazı seyre koyuldu. Kısmi bir ferahlık sağlamış olsa da, aslında bu rüzgarın bir felakete dönüşeceğinden habersizdi. Kefeleri balık dolu bir tablakârın bağırtısı, daldığı manzaradan çekip çıkardı. Yürümesine devam edip, köprüdeki kalabalığın arasına karışarak gözden kayboldu.

Gün doğumundan, gün batımına kadar tuhaf bir kargaşanın sürdüğü köprü, bir kıtadan diğer kıtaya akan çeşitli milletlerden insanları bir araya getiren bir geçitti sanki: Koskoca yüklerin altında iki büklüm, kalabalığın arasından kendine geçit bulmaya çalışan hamallar bir anda yerlerini, ipek taftalar içinde Cenevizli bir sefir karısının bulunduğu sedef kakmalı bir tahtırevana bırakıyordu. Biraz ilerde kara cüppeleri içinde bir papaz sakalını sıvazlayarak geçiyor, öte tarafta kuşağında hançerleriyle bir Çerkez, omuz atıp yanından geçen bir Gürcü’ye sırıtarak bakıyordu. Buhara’lı bileyici sırtında çarkı, yorgun argın bir mahalleye doğru giderken, yeşil cüppesi ve beyaz sarığıyla ulemadan biri dualar mırıldanarak geçiyor, bir başka köşeden çıplak tenleriyle Afrikalı esirler görünüyordu. Sonra sırtlarında yükleriyle salınarak üç deve ilerliyor bir tacirin arkasından. Kırmızı sarığıyla bir Faslı, Venedikli bir soylu, rengarenk feraceleri içinde harem ağasının peşi sıra giden hareme ait kadınlar, deve kılından hırkasıyla bir derviş, beyazlar içinde bir Bedevi, bir Acem, sarı cübbesi içinde hızla yürüyen bir Yahudi, kulağında koca halka küpeleriyle yalınayak bir Çingene. İtalyan ya da Rum hastanelerinde görevli rahibelerin peşinden bir Arnavut geçiyor belinde kubur piştovu ile, kemerli burnuyla Trabzonlu Ermeni kendine yol açmaya çalışıyor, hemen arkasından atlarına binmiş kalabalığa tepeden bakan imparatorluk askerleri göğüslerini gererek ilerliyordu. Sırtında kırbasıyla, su satmaya çalışan bir sakanın bağırtıları duyuluyordu uzaklardan. Bir arabaya kurulmuş peşinde maiyetiyle bir paşa, genç beyler arayan yosmalar, sandıklarıyla kundura boyacıları aksıra tıksıra müşteri bakınıyor, omzunda sırığıyla bir ciğerci, çıplak ayakları ile berberler, şerbet satanlar karmakarışık geçit yapıyor. Çeşitli dinlere mensup, çeşitli tarikatlardan rahipler, din bilginleri, Cizvitler, dervişler, dilenciler, Galatalı sırık hamalları, fesli zabitler, kuşağında palası ve dokuz patlarıyla Zeybekler, Rumca bağırarak gazete satmaya çalışan çocuklar, hırsızlar, dubaracılar, cellatlar üç kıtanın payitahtı olan İstanbul’da bir araya geliyordu sözleşmişçesine. İtalyanca’ya Fransızca karışıyor, Don Kazak’ının söylediğine bir Bulgar cevap yetiştirirken, Kur’an ayetlerine, kabalacı mırıltılar eşlik ediyordu…

Selim, bu telaşlı kalabalığın arasında ilerlerken, karısı Firuze’nin onu uğurlarken söylediği sözler aklına düştü:”Birine ulaşmadıkça yolun ne anlamı kalır Selim!”sonra da “ Seni seviyorum,” demişti karısı. “ Ben de seni seviyorum”, diyememişti. Buna kibri mi engel olmuştu , yoksa başka bir şey mi bilemiyordu. Ama, ne olursa olsun akşam eve döndüğünde ilk işi “ben de seni seviyorum “ demek olacaktı.
Doğumundan dört gün sonra ölen Seher’in kaybıyla dünyaları alt üst olmuştu. İki koca yıl geçmişti. Zamanın bu hoyrat ilerleyişini çok fazla umursamıyordu Selim. Selim’i asıl üzen şey, anneliği bu kadar çok isteyen Firuze’nin bir daha hamile kalamayacağı gerçeğini bir türlü kabullenemeyişiydi. Bu süre zarfında gitmedikleri üfürükçü, kullanmadıkları kocakarı ilacı neredeyse kalmamıştı. Epeydir de, bu gerçeği kabullenmeye başlamış görünüyordu. Ama, küçük de olsa bir umudun varolduğu düşüncesine sarılmaktan vazgeçememişti. Bu çaba Firuze’yi rahatlatıyordu. Bu yüzden ara sıra kulağına çalınan bazı üfürükçülere gitmeyi ihmal etmiyordu. Neler denememişti ki: komşuları, altı çocuklu Yarımdünya İsmet’in evinde kıl çuval içinde yuvarlanmış, sonra yine çok çocuklu bir kadının kocasına ait ceketi giyip yatmıştı, külotunun önünde de uzun bir süredir muska taşıyordu. Artık çok fazla ses etmiyordu Yusuf. “Bizi yakan bu ateş bir gün aydınlanmaya da götürür. Her şeye rağmen, seni tanıdığım güne şükrediyorum,” diye içinden geçirdi.

Mısır çarşısına girdiğinde yoğun bir baharat kokusu burnuna doluverdi. Çeşitli otların terkibiyle oluşan rayihaları ile, aynı zamanda bir renk cümbüşü meydana getiren aktarların önü, dertlerine derman olacak bir ilaç bulmaya çalışan insanlarla doluydu. Baş ağrısına, pekliğe, öksürüğe karşı Hindistan’dan, Mısır’dan, Arabistan’dan gelmiş her türlü baharat: saç boyamak, narin elleri güzelleştirmek için kına, asabi kadınlar için yatıştırıcı bitkiler, iştah artırmak için Amber, nefes darlığı için Günlük ağacı, iktidarsızlığa karşı Hüsnüyusuf, yemeklere lezzet katması için çeşitli otlar, güzel kokular, macunlar ve merhemlerle insanı serseme çeviren bu karışım, çarşıdan çıkıncaya kadar peşinizden gelmeye devam ediyordu.
Şimdiden kalabalıklaşmaya başlayan Hasırcılar Sokağında dükkanlarını açan, temizlik yapan esnafın, alışverişe gelmiş Anadolulu tüccarların, hamalların arasında yürürken, ani bir kararla güzergahını değiştirip, Odun Kapı Yokuşuna saptı. Kasnakçılar Sokakta tütüncü dükkanı olan, Yusuf’a uğramaya karar vermişti. “Onu da alır Gediğe beraber gideriz” diye düşünmüştü. Daracık, karanlık, yan yana dükkanların sıralandığı sokağın sonundaki dükkana girdi. Çuvallar içinde, envai çeşit tütünün bulunduğu dükkanda, altın sarısı ince kıyım saray erkanının tercihi tütünden, Yenice ve Kırcali’de yetişen, Ege’den, Karadeniz’den, Anadolu’dan gelen sigaralık, pipoluk, tömbekilik şark tipi tütünlerle doluydu dükkan. Selim içeri girdiğinde Yusuf’un çırağı temizlik yapıyordu. Çırak, yaptığı işi bırakıp selam verdi Selim’e.
- Yusuf usta nerelerde? diye sordu çırağa.
- Ustam henüz gelmedi, Cibali’de bir toptancıya gideceğini söylemişti dün, ne zaman gelir bilmiyorum, dedi.
- Allah Allah! Halbuki o da gedikteki törene gelecekti bugün, diye daha çok kendi kendine söylendi Selim.
Tekrar yola düştüğünde, Yusuf’un gelmemiş olmasından çok, son günlerdeki tuhaf davranışlarını düşündü. Derdinin ne olduğunu sorduğunda da, ısrarla hiçbir şeyi olmadığını söylemiş, pederiyle biraz tartıştığından, buna canının sıkkın olduğundan söz etmişti. Kırım’da Ruslarla iki senedir devam etmekte olan savaş sebebiyle Yusuf’un işleri çok iyiydi. Cepheye sigara ve tütün yetiştirmekte zorlanır hale gelmiş; hatta birkaç kez karaborsadan tütün almıştı. Baharda başlayan savaş hazırlıkları yaz boyu devam etmiş ve Sivastopol’de yoğun çarpışmalar yaşandığı yönünde haberler gelmeye başlamıştı.

Zambak sokağın köşesinde durmuş, ileriye doğru bakan Yusuf, ne yapacağına karar verememiş düşünüyordu. Sıcak yüzünden sayfiye yerlerine gitmiş ya da evlerinin serin köşelerine çekildikleri için bomboş kalmış sokakta, bir iki köpek hımbıl hımbıl dolaşıyordu. Aynı kıza aşık olan iki arkadaşın, yıllardır Firuze için yaptıkları yarışı, Selim’in galip bitirmesini bir türlü hazmedememişti. Firuze’nin çulsuz Selim’e varması, zihninden atamadığı bir saplantıya dönüşmüş, mağlubiyetin getirdiği yürek acısını dindirmek mümkün olmamıştı. Yüreğinin sesini dinleyerek kaç kez gelmişti buraya artık hatırlamıyordu. Giderek bir buhurdanlığa benzeyen sokağın başında, sıcaktan çok, başka sebeplerden terleyen ellerini sürekli mendiliyle kurulamaya çalışırken, güneş yakıcı bir soru gibi tepesine dikilmiş, geçen her saniye hararetini artırarak, eyleme geçmesi için kışkırtıyordu sanki Yusuf’u. Biraz daha vakit kazanmak için gölge bir yer bulabilme ümidiyle çevresine bakınan Yusuf, vazgeçip hedefine doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı.

Dükkana vardığında, Davut temizliğini bitirmiş Selim’i bekliyordu. Dükkana kilit vurup, Fatih’teki gedik merkezine birlikte yürümeye başladılar. Törene Davut’un ustası ve yol göstericisi olarak katılacak olan Selim aynı zamanda, gedik teşkilatının muteber isimlerinden biriydi. Gedik düzeninde, tezgah başında zanaat, zaviyelerde ise edep öğretilmesi esastı. Din ayrımı gözetmeksizin, Gayr-ı Müslim tebaanın da bu meslek örgütlenmesi içinde yer alması, temelde iyi ahlaklı, yardımsever ve cömert olmasıyla mümkündü. Herkes eşit sayılır, ancak aşama bakımından küçükten büyüğe doğru bir saygı vardı teşkilatta.
Şeriat Kapısı, Tarikat Kapısı ve Marifet Kapısı olarak üç aşamalı, dokuz dereceli olan bu teşkilata, hırsızlar, cinayet işleyenler, küçültücü davranışlarda ve işlerde bulunan, çevresinde iyi tanınmayanlar alınmazdı. Çıraklar yalnızca mesleki olarak değil, manevi olarak da eğitimden geçer; Türkçe, Farsça, Arapça, matematik ve edebiyat öğretilir, tasavvufi bilgiler verilirdi. Haftanın belirli günlerinde de, ata binmeyi, kılıç, kalkan, ok ve mızrak kullanmayı öğrenirlerdi. Gedik sahibi olabilmek için, çeşitli mertebelerden geçip ustalık makamına ulaşmak gerekirdi. Ancak o zaman bir dükkan sahibi olunurdu.

Zaviyede toplanan gediğin ileri gelenleri yerlerini almış, törenin başlamasını bekliyordu. Altıncı basamaktan biri eline tuz alıp, topluluğun ortasında duran suya saldı. Esnaf ve sanat erbabı salavat getirip dua ettikten sonra, kalfalık makamı alacak Davut gösterilip öne çıkartıldı. Eğitim aldığı ustayı sordular, Davut saygıyla Selim’i gösterdi. Gediklilerden biri sordu:
- De bakalım Ahiliğin açığı kaçtır?
- Dörttür.
- Say gelsin.
- Eli, yüzü, gönlü, sofrası.
- Kapalısı kaçtır?
- Üçtür.
- Say gelsin.
- Gözü, beli, dili.
Bu sorulardan sonra iyi ahlakına kendi ustası dışında üç usta daha tanıklık etti. Herkes ayağa kalkarken, o sırada bir hoca da dua okuyordu. Gedik başkanı kalfalık kuşağını Davut’un beline sarıp, üç düğüm atarken, öğütlerde bulundu. Davut kalfa, ustasının ve orada bulunan büyüklerinin elini öptükten sonra şerbet içilmiş ve zaviyeden dışarı çıkılmıştı. Gediğin önünde toplanmış çeşitli esnaftan çıraklar hararetle kalfayı kutladılar…

Hızır Külhani Sokaktaki dükkana vardıklarında saat on olmuştu. Babasından Selim’e kalan nalıncı dükkanı, babasına da dedesinden kalmıştı. Üç kuşaktır nalıncılık yapıyorlardı. Keseriyle yontuğu nalınların yongalarını topladığı meşin önlüğü giyip, hemen işe koyulan usta ve kalfası, İbrahim Paşanın siparişi olan nalınları hazırlamaya başladılar. Davut Kalfa bir yandan da çevre esnafının kutlamalarını kabul ettiği için, işin çoğu Selim’e kalmıştı. Paşanın hanımı için yaptığı nalına ayrı bir itina gösteriyordu Selim. Abanozdan yontuğu mercan kakmalı nalının, sırma ile karışık inci işlemeli kadife kemeriyle uğraşıyordu. Raflar, şimşir ya da abanozdan yapılmış, sedef işlemeli, gümüş tel sırmalı, mercan kakmalı ya da ayna kırıkları ile süslenmiş nalınlarla doluydu. Babasından ona kalan keseriyse bir yonga kümesinin üstünde yanı başında duruyordu. Bu sırada, sabahtan beri giderek şiddetini arttıran rüzgar, dükkandan içeri girerek yongaları dağıtırken, sokağın tozunu da beraberinde getirmişti. Hemen kapıyı kapatan Selim, başını cama dayayıp bir süre rüzgarın güçü karşısında eğilen ve çatılara sert darbeler vuran ağaçları seyretti. Taburesine oturduğunda biraz önce yongaların dağılmasıyla devrilmiş olan baba yadigarı keseri eline alıp kucağına koydu. Rüzgar, sanki içeri girebilmek için kuvvetli kollarıyla zorluyordu kapıyı…

Kapının sesiyle, daldığı işten korkuyla sıçrayan Firuze, mutfakta una bulamakta olduğu patlıcanları bırakıp ellerini yıkadı, ocağın üstündeki tencerenin kapağını araladı, telaşla kapıya doğru seğirtti.
- Kim o? diye seslendi .
- Ben Yusuf, Selim’den bir haber getirdim Firuze!
Yeşillikler arasındaki küçük ev Selim’e babasından kalmıştı. Merakla kapıyı aralayan Firuze:
- Ne oldu Yusuf bey hayırlı bir haberdir inşallah, diyerek tasalı bir ifadeyle baktı.
- Hayırlı hayırlı, buyur etmeyecek misin biraz soluklanayım hele?
- Kusura bakma Yusuf bey, kimseyi beklemiyordum… böyle siz gelince şaşırdım.
Kenara çekildi içeri girmesi için.
Sade döşenmiş oda da, boydan boya bir sedir, şal kaplı yastıklar, bir iki sehpa, beyaz örtüler, Yağcıbedir işi bir Yörük halısı, ilmi ve dini birkaç kitap, duvarda asılı Kur’andan ayetler ve hadisler içeren birkaç tane hat vardı. Uzun boylu, siyah dalgalı saçları, deniz rengi yeşil gözleri, beyzi yüzüne tarifsiz bir güzellik katan kalın siyah kaşları, hafif kemerli burnu ve narin dudaklarıyla yirmi yaşlarında güzel bir kadındı Firuze. Bahar dallarının serpiştirildiği basma şalvarı, beyaz gömleği ve gelişi güzel saçlarını örttüğü eşarbıyla kaşları kalkık soru sorar gibi konuşmadan Yusuf’a bakıyordu. Kuşağında duran tütün kesesini çıkarıp bir sigara sardı Yusuf.
- Sana da sarayım mı Firuze?
- Kullanmadığımı biliyorsunuz Yusuf bey.
- Ne zamandan beri bey olduk Firuze, sen yine eskisi gibi Yusuf de bana.
Yusuf, bir duman perdesinin ardında kalan gözlerine, şalvarın içindeyken bile belli olan vücut hatlarını, diri dolgun memelerinin uçlarını gizleyemeyen gömleğinden kalçalarına doğru hiç utanmasız kısa bir seyahat yaptırırken, zihninde de başka seyahatler yapıyordu.
“ Ne kadar çok inanmıştım sana, aşkımıza, meğer nasıl da aldanmışım! Peşinde olduğum yıllar boyunca, yüreksizliğim yüzünden sana açılamadığım için nasıl pişmanım şimdi…

Kim bilir, belki de yalnızca kuruntuydu tüm bunlar. Karmakarışık olmuş bir dimağın hezeyanlarıdır belki de bu düşündüklerim. Aslında, senin davranışların ve sözlerin üstüne inşa ettiğim bu temelsiz ve çatısız binanın altında kalmadım mı bir anda, Selim’e varınca? Arkamdan ne kumpaslar dönmüş ve ben hiç birini görememişim meğer…

Neler düşünüyorum böyle. Bu ben miyim? Tüm o davranış ve sözler arasında kurduğum yanlış ve doğrulanabilir hiçbir zemine oturmayan bir bağlantının tuhaf, ama o kadar da çaresiz bırakan karmaşık gerçekliğinde yatıyor her şey.

Aşk yalnızca bir yanılsama. Bir çocuğun tekmelediği bir teneke kutu gibi gürültüyle oradan araya savruluyorum tutunamadan. Halbuki senin için yaptım her şeyi. Sırtımdan hançerlediniz beni. Yosma!.. Firuzem!”

- Şerbet içersiniz herhalde, diyen Firuze’nin sesiyle daldığı düşüncelerden uyandı.
Bir cevap vermesini beklemeden mutfağa geçen Firuze, bir yandan serinlikte bekleyen sürahiye uzanırken, diğer yandan da zihninde dolanan sorulara bir cevap bulmaya çalışıyordu.
Gülsuyu kokan şerbetle içeri girdiğinde Firuzeyi şöyle bir baştan ayağa süzdü.
Pembe avuç içleri hafif terlemiş olan Firuze şerbeti uzattığı sırada eline dokundu Yusuf. Firuze elini çekmeye fırsat bulamadan, gömleğinin manşetinden sıyrılan ince beyaz bileğini yakaladı Yusuf:
- Otur hele şöyle yanıma, dedi sırıtarak.
Bileğini hızla çeken genç kadın canının yanmasından değil, kirlenmiş olduğu duygusuyla bir süre ovuşturup durdu bileğini. Hiddetten kıpkırmızı kesilmiş yüzünde, yıllar önce çukura düştüğü sırada oluşan aynı ifade vardı.
- Ocakta yemeğim vardı, ne diyecekseniz deyin Yusuf bey! dedi sinirlenerek.
- Ne o öyle, türbe eriği gibi kızardın. Kızma hemen. Aynı alaycı sırıtış yapışıp kalmıştı suratına sanki Yusuf’un. “Kaltak! Benim sayemde oldu her şey: evliliğiniz, Selim’e verdiğim borçlar. Bende olmayan ne var Selim’de? “ diye, giderek kabaran bir öfkeyle düşündü.
Kadının tedirginliği, sessizlik uzadıkça giderek çoğalmaktaydı Yusuf ise gözlerini dikmiş mütemadiyen kadını seyrediyordu. Birden ayağa kalktı:
- Ben artık gideyim,dedi.
Şaşırmıştı kadın, yeşil gözlerinde bir gölgelenme oldu.
-Selimden haber getirmiştiniz, diyecek oldu kekeleyerek. O an, hışımla üstüne atıldı genç kadının. Bir yandan öpmeye çalışırken, bir yandan da galiz konuşmalarla gömleğini çıkartmaya çalışıyordu. İtirazları bir işe yaramayınca yumruk vurmaya, ümitsiz gözlerle eline geçirebileceği bir şey aramaya çalışıp kendini müdafaa eden Firuze, hiddetle bağırmaya başladı. Ancak, eşiği çoktan geçmiş, gözü şehvetten kararmış olan Yusuf, tüm bu karşı koymalara, haysiyet üzerine yapılan kısa kesik konuşmalara kulaklarını çoktan tıkamıştı.
- Sensiz bir hiçim Firuze! Firuzem! Kelimelerinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından. Firuzem! ismini sayıklamaktan başka bir şeyi düşünecek halde değildi. Güçlü kolları arasında ümitsizce çırpınan genç kadının arzusuna hilafın yaptığı bu davranışı kavrayacak durumu da kalmamıştı artık. Genç kadının feryatlarını da, üst üste yüzüne vurduğu kuvvetli tokatlarla kesince, dışarıda köpürmekte olan rüzgarın uğursuz uğultusundan başka bir ses duyulmaz oldu. Tamamen sessizleşen genç kadının gövdesinden yayılan ter, heyecan ve kederden oluşan buğu, esrarlı bir tütsü gibi daha da sarhoş etmişti Yusuf’u. Bu savunmasız, dilsiz gövde, yepyeni bir sultanlığın kapısını açmıştı sanki. Onun şehvetinin hizmetine giren; sonsuz emirlerin, isteklerin fütursuzca karşılanabileceği, dilsizleştirilmiş hizmetkarından hiçbir itiraz gelmeden faydalanabilirdi artık.
-Firuzem, Firuzem! diyerek, dudaklarını ve göğsünü öpüyor, pervasız ve hoyrat ellerini gezdiriyordu genç kadının mermerden gövdesinde.
Onun zorla boyun eğişindeki kendini beğenmişlikte, erkekliğinin aşağılanışını gören Yusuf, daha da hırçınlaşarak, kaba ve hor davranışlarla bu çıplak, dilsiz ve masum kadının üstüne tüm güçüyle abandı. Sonra tekrar. Tekrar. Tekrar… Tekrar…

Her şey bitmişti. Soluk soluğa kalmıştı. Soluğunun bir düzene girmesini, ateşin kendi bedeninden ayrılan son su damlasıyla sönmesini bekledi. Çılgınlığının yatışması pek uzun sürmedi. Yavaş yavaş, yüzünü dayadığı Firuze’nin yanağından uzaklaşırken, yüzüne yapışmış genç kadına ait kan, ter ve gözyaşıyla ıslanmış uzun, simsiyah saçlarından kurtulamadı bir süre. Dizlerinin ve iki elinin üzerine doğrulduğunda, kurbanını ona bağlayan tek bağdan da kurtulmuş oldu böylece. Kadının kıpırtısız gövdesinden birkaç santim uzağında, ağzından kan gelen narin yüzüne baktı. Giderek yatışan deliliğinin gözünü kör eden perdeleri kalktıkça, bu ayrıksı sükunetin varlığı odayı doldurdukça, elinde kalan tek şeyin, dehşetle yüzleşmek olduğunu kavramaya başladı.
Rüzgarın şiddetiyle çarpan bir kapının gürültüsüyle kendine geldi. O sırada, birkaç dakikalığına kapanan duyularının tümünün açılmasıyla, burnuna ve genzine dolan dumanı fark etti. Firuze’ye saldırdığı sırada elinden düşürdüğü sigara, içi kuru ot dolu olan sediri tutuşturmuştu. Ayağa kalkıp sağına soluna bakındı, bir şal alıp alevlere vurmaya başladı. Ne yapsa fayda etmiyordu, sanki söndürmeye çalıştıkça daha da büyümekteydi alevler. Elindeki şal da tutuşmuş, alevler canını yakmıştı. Bu kez bir seccade kaptı, onunla dövmeye başladı köpüren alevleri. Ancak alevler o denli hızlı hareket ediyordu ki, yetişmekte güçlük çekiyordu. Bir çekirge misali, bir sedirden diğerine, bir yastıktan diğerine atlıyordu. Sonunda bu çabadan vazgeçip son kez Firuze’ye baktı, sonra dışarı attı kendini. Köpeklerden ve elinde şemsiyeleri ile birkaç ev öteden gelen iki kadından başka kimse yoktu sokakta. Üstünü başını düzeltip, aksi istikamette hızlı adımlarla uzaklaştı…

Mis Sokaktan Beyoğlu’na çıktı. Bir vitrine bakarak oyalandı bir müddet. “Tanrım ne yaptım ben? Nasıl yapabildim Firuze’ye bunu? Sızlanmanın ne faydası var şimdi. Hakketmişti yosma! Oyuna gelecek adam mıyım ben? Firuzem!”
Bu med-cezir içinde vicdanıyla boğuşan Yusuf, gerisin geri eve doğru koşmaya başladı. Sokağa girdiğinde bir çıra gibi yanan evle karşılaşınca donakaldı.

Yüksek ökçeli natır nalınlarına bakan bir müşteriye, nalının ince işleri ve kullandığı malzemenin sağlamlığı üstüne bilgi veren Selim, sonunda ikna olan müşteriye malını vererek, yüzünü ıslatmak üzere arka kısmına geçti dükkanın. Bunaltıcı sıcağın etkisinden kaçabileceği bir yer yoktu. Başına da döktüğü suyla biraz olsun serinlemişti: “Bugün İstanbul yanıyor!” diye düşündü.

On bir sularında başlayan yangına mahalleli müdahale etmeye çalışıyordu, ancak Beyoğlu çeşmelerinin çoğu sakalar sularını çoktan dağıttıkları için kilitliydi. Komşular evden getirdikleri küçüklü, büyüklü kovalarla yangını söndürmeye çalışıyor, ama tüm çabalar yetersiz kalıyordu; yangın bütün evi sarmıştı ve kimse içeri giremiyordu. Rüzgar da, üzerine düşeni yapmaya başlamıştı. Beraberinde taşıdığı bir alevi, mıhlandığı yerden kurşun gibi fırlayan kor olmuş bir çiviyi, komşu eve ulaştırmıştı bile. Yusuf büyük bir keder ve pişmanlıkla, bu kadar hızlı yayılabileceğini düşünmediği yangını önce uzaktan seyretmiş, sonra o da alevlerle savaşanların arasına katılmıştı.

Beyazıt kulesinin nöbetçi katındaki köşklü, esen şiddetli rüzgarda tutunduğu yerden ayrılıyormuş gibi sesler çıkarıp, zangır zangır titreyen çember şeklindeki ahşap odanın içinde, avını gözleyen bir atmaca gibi İstanbul’un üzerinde belirecek olan kıyamet habercisi kara dumanı gözlüyordu. Galata’nın sırtlarında ince uzun yılankavi dumanı gördüğünde beti benzi attı önce, gözlerini fal taşı gibi açarak dikkatlice baktı. Sonra bir koşu işaret katına çıkıp bir döşeğe uzanmış dinlenen Ağasını dürtüp, kule geleneklerine uygun olarak, biraz da telaşla seslendi:
- Ağam, Ağam kalk bir çocuğun oldu!
- Kız mı oğlan mı?
- Kız!
Galata ve Serasker kulesinin tepesindeki köşklüler dumanları görüp, gündüz yangınlarını haber veren kırmızı bayrakları koymuş ve Tophaneden atılan yedi pare top atışıyla felaket bütün İstanbul’a duyurulmuştu.

Limanın olağan kargaşası içinde bir ses duyuldu: Tulumbacılar!
Köprünün üstünü işgal eden kalabalık hızla kenara çekildi. On kişilik bir güruh, Allah! Allah! nidaları ile gürültüyle koşuyordu. Üstleri çıplak, kurşuni şalvarları, vücutlarının çeşitli yerlerine kızgın demir ya da antimuanla yapılmış dövmeleri, kimi çıplak ayak, kiminin ayağında tulumbacıların giydiği karakaçan, suratlarında vahşi bir ifade, ter içinde nefes nefese kalmış koşarak geliyorlardı. İki kişinin omuzlarında taşıdıkları yirmi beş kiloluk, emme-basma tulumba, her birinin elinde balta, kürek, kazma, urgan, hortum, merdiven, teneke ibrikler, naralar atarak kimi genç, kimi ihtiyar, kimi de iri cüsseli, saçı başı dağınık serdengeçtilerden kurulu Eminönü Ocağının tulumbacı bölüğü, Pera yönünde hızla gözden uzaklaştı.

-Yangınnnn vaaaaaaaaar! Yangınnnn vaaaaaaaaaaar!
- Haaaayt! Karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir, yaman gider. Kasım Paşanın yiğitleri bunlar! Nidaları ile ilk tulumbacı bölüğü görünmüştü sokağın ucunda.
-Yangınnnnnn vaaaaaaaaar! Feridiyedeeeee yangınnnn vaaaaaaar!

Yangının başladığı Feridiye mahallesine Harbiye nazırı, zabitler, farklı semtlerden tulumbacılar gelmeye başlamıştı bile. Daracık sokaklar, birbirine yakın evler ve rüzgar, yangını söndürmek için verilen uğraşıyı güçleştiriyordu.
-Yaman gelir, yaman gideriz Tophaneli aslan tulumbacılarız! Zaman ilerledikçe, gelen tulumbacıların sayısı artıyorken, yangın da aynı oranda büyüyordu sanki.
Halk telaş içinde evlerinden mobilyalarını, değerli eşyalarını, hatıralarını kurtarmaya çalışıyor, ancak herkes kendi derdine düştüğü ve yeterli hamal bulunamadığı için her yerde bir düzensizlik hüküm sürüyordu.

Yaptığı işe dalmış olan Selim kapalı duran dükkan kapısının ötesinde geçen koşuşturmayı gördüğünde, insanların fırtınadan kaçtığını düşünüyordu. Komşu esnaftan Zımzım Mustafa’yı kapıda görünce gülümsedi. Kalkıp kapıyı açtığında Zımzım Mustafa’nın yüzündeki kederli ifadeden ters bir şeyler olduğunu anladı.
- Zımzım ne bu suratının hali, Çarşamba pazarına dönmüşsün!
- Haberin yok galiba, Feridiye’de yangın varmış…!
- Aman Tanrım!
Bir balyozla vurmuşlar gibi, allak bullak olmuştu Selim. Hemen toparladı kendisini:
- Ben eve gidiyorum Davut, dükkanı sen kapatırsın… Önlüğünü çıkarıp bir köşeye attı.
- Ustam, ben de geleyim seninle, bakarsın yardımım dokunur.
- Peki, nasıl istersen. Sen paşanın mallarını hazır et, sonra da gel. Daha fazla oyalanmadan yola koyuldu Selim.

Herkes sokaklara fırlamış ve yangın yerine doğru büyük bir kargaşa içinde koşmaya başlamıştı. Beyoğlu eşrafı ne yapacağını bilemez haldeydi. Yangın henüz birkaç evi küle döndürmesine rağmen yakın mahallelerdeki insanlar eşyalarını pencerelerden atıyor, bağırış çığrış içersinde koşturup duruyordu. Yangın yerindeki kalabalık çoğaldıkça, başıbozukluk da artıyordu. Çalışmayan tulumbalar, yetmeyen su, çeşme bekçilerinin geç kalışı, suyun uzaklardan getirilmek zorunda oluşu, tulumbacıların düzensizliği karmakarışık bir yün yumağına çevirmişti ortalığı sanki.

“Ne yapıyor acaba şu an tek başına. Herkes kendi derdine düşmüş yardım edeni de yoktur. Allah’ım ayaklarıma, ciğerlerime güç ver, yanına varayım Firuze’min.”
Selim’le birlikte aynı yöne koşan kalabalık, şimdi bir engel gibi görünüyordu Selim’e. Elleriyle önünde koşanları çekiştirerek yol açıyor, insanlara çarpıyor, tökezler gibi oluyor, sonra toparlayıp kendini zaman ve ateşle yaptığı yarışa devam ediyordu. Köprüyü geçince, hangi yol daha kısadır? diyerek bir yandan koşmasını sürdürürken, kararsızlıkla muhakemede bulunuyordu. Kalabalık, tıpkı yatağını bulmuş bir nehir gibi akıyordu. Öylesine gürültülü ve zorlu bir akıştı ki, bundan kurtulması pek mümkün görünmüyordu zaten. Selim de kendini bu akıntıya bıraktı tevekkülle.

İzdihamdan ve daracık sokaklardaki karmaşadan müteşekkil bir korku her yanı sarmıştı. Ateş ilerledikçe, yangınla savaşmaya çalışan tulumbacılar ve zabitler mahalle mahalle geri çekilmeye başlamıştı. Rüzgar, alevleri oyunbaz bir kedi gibi oradan oraya sıçratarak yangını söndürme ümitlerini de azaltıyordu. Alevler evlerin çatılarından diğer evlerin çatılarına bir şelale gibi dökülerek, hala içerde birkaç parça eşyasını kurtarmaya çalışan insanların üzerine yağıyordu. Selim nihayet yangın yerine ulaşmıştı. Ancak, evinin olduğu sokağa gitmek imkansız gibiydi. Yangının vahametini o zaman anlayan Selim, telaş içersinde tanıdık birilerini aramaya başladı. Rüzgarın dalgalandırdığı yaprak hışırtılarına karışan yangın çatırtıları, tuhaf bir musikiyle peşrev yapıyordu henüz. Daha cehennem şarkısı başlamamıştı. Bir saat içinde Zambak sokakta yanmayan tek bir ev bile kalmamıştı. Rüzgarla birlikte eğilip bükülen alevler, dolambaçlı yollar izliyor ve önüne çıkan her şeyi dümdüz ediyordu. Bir sokağın ucundaki evi kurtardım diye düşünürken, sokağın öteki ucunda, arkadan dolanarak gelmiş yeni bir yangın uç veriyordu. Kalabalığın arasında tanıdık bir sima görür gibi oldu Selim. O yöne doğru giden Selim, koluna yapıştı Tahtaburun Cemil’in. Yüzü gözü yağlı isten kararmış, nefes almakta zorluk çekiyor ve aksırıp tıksırıyordu.
- Cemil, benim Selim! Tanıyamamış gibi yüzüne baktı bir öksürük nöbetine tutularak. Zorla konuşabildi.
- Büyük felaket Selim! Her yer yanıyor.
- Firuze’yi gördün mü Cemil? O iyi mi? Bir şeyi yok ya!
- Hiç görmedim. Yangın sizin evden başlamış diyorlar.
- Oy Firuzeee, gülüm!..
Cemil’i iki büklüm olmuş öksürük kriziyle baş başa bırakıp, sokağına ulaşabileceği bir yol bulmak üzere oradan ayrıldı. Her yer, yangından kaçırılmaya çalışılmış ve çoğu yanmış kitaplar, der top edilmiş halılar, üstüne basılıp kırılmış müzik enstrümanları, parçalanmış arabalarla doluydu. Bunların arasında yürümek ve yangının olası tuzaklarına dikkat ederek geçmek gerekiyordu. Yokuşlardan, içine gözyaşları karışmış erimiş ****l pınarlar akıyordu. Pencerelerin camları büyük bir şamata ile kırılıyor, parçaları insanların çıplak ayaklarını kesiyor, yüzüne gözüne sıçrıyordu.

Tarlabaşına doğru yayılan yangın, Büyük Parmak Kapı ve Hasnun Galip Sokağa sıçramış, oradan Mis Sokağa, sonra Farabi, Ağa Cami ve Sakız ağacı ve nihayet Kalyoncu Kulluğa kadar yayılmıştı. Her yanda bir korku, şaşkınlık, telaş hüküm sürüyordu. Yangın taşkın bir sel gibi hızla yayılıyor, aileler perişan bir vaziyette kayıp yakınlarını, çocuklarını arıyordu. Sanki yüz kişi tarafından ayrı ayrı yerlerden kundaklanmış gibi her bir yanı sarmıştı alevler. Birkaç saat sonra Beyoğlu’nun yarısı alevden tuzakların altında inim inim inlemekteydi. Kapkara dumanlar, rüzgarın da yardımıyla kara bir örtü gibi Pera’nın, Galata’nın, Haliç’in bütün mahallelerini örtmüştü. Kızgın korlar, çiviler, ****l parçaları uçuşuyor, nereye gideceğini bilemezmiş gibi havada bir tur atıyor, sonra bir volkanın lavları gibi evlerin çatılarına akıyordu. Karadenizli ahşap ustalarının titizlikle işledikleri, ahşap sanatının eşsiz örnekleri, şahnişinler, çatı kenarı süslemeleri, camilerin ahşap minareleri bu cehennemden paylarını alıyordu. Sokakların bu olağanüstü aydınlanması, sıcağın bu dayanılmaz yüksekliği karşısında insanlar çaresiz kalmıştı. Seraskerlikten, köşklülerden insanlar sağa sola emirler yağdırıyor, neredeyse İstanbul’un bütün tulumbacı ocaklarından gelen bölükler canla başla alevlere karşı amansız bir savaş veriyordu. Köpek sürüleri korkuyla uluyor ve kaçacak delik arıyor, buldukları küçük bir açıklığa sığınıyor ama alevler oraya da ulaşınca gerisin geriye acı feryatlar atarak kaçıyorlardı. Askerler yanmış üniformalarıyla yangınzedelere yardım ediyordu. Kavrulmuş saçlarından hala duman tüten insanlar acı içinde kıvranıyor, başıboş dolaşan atlar, yaralıların, yanmış cesetlerin arasında sahibini arıyordu. Dar sokaklara yığılan eşyaları kurtardım diye düşünürken, sinsi bir düşman gibi arkadan gelen alevlere teslim oluyordu eşyalar ve insanlar. Bir alev çemberinin ortasında kalmışlar gibi kaçacak tek bir delik bulunamıyordu.

Bütün bunlar olurken, şehrin bütün haydutları, çeşitli milletlere mensup fedailer ve hırsızlar da, sözbirliği etmişçesine yangın yerine akın etmişti. Eşya kurtarıyorum diye eve dalanlar ortalığı talan edip, ganimeti yüklenip kaçıyordu. İmparatorluk askerleri neyle uğraşacağını şaşırmış durumdaydı. Yangınla mı yoksa bu hırsız sürüsüyle mi baş edeceklerdi şaşırmıştılar? Tulumbacılar, sakalar ve hamallar kendi aralarında anlaşıp bazen bu talana karışıyor ya da para karşılığı yardım ediyordu. Hırsızlar birbirleriyle çatışıyor, cinayet işleniyor, kılıçlar, palalar, hançerler havada uçuşuyordu. Tam bir başıbozukluk hakimdi her mahalle ve sokakta.

Selim de oradan oraya koşturuyor, kapkara olmuş yüzünde iki aydınlık çukur gibi duran gözlerinde, yaşanan büyük felaketin, facianın yol açtığı dehşetin izleri okunuyordu. Bu cehennem sıcağında hummaya tutulmuş gibi titreyen bir adam, aklını kaçırmış kendi etrafında pervane gibi dönüp kaybolmuş çocuğunu arayan genç bir anne, elinde kılıcıyla, ganimeti paylaşamadıkları için kavgaya tutuştuğu hasmının canını alan zebella gibi bir harami, bir kenara yığılmış acı çığlıklar atarak kavrulmuş ellerine bakan genç bir delikanlı; hepsi ve daha nicesi bu uğursuz ve garabet oyunun uyumsuz aktörleri gibi, cehennem ateşiyle aydınlanan bu sahnede bir araya gelmişti. Evine varabilmek için yaptığı her hamlesi, ateşten bir duvar tarafından engellenen Selim, yaralılar ve cesetler arasında Firuze’yi arıyordu.
“Dokunmaya kıyamadığım sedef tenine, gül yüzüne tekrar bakabilecek miyim Firuzem?”, diyerek deli gibi dolanıyordu. Kalabalığın arasında bir ara Yusuf’u görür gibi olmuş, ama gözden kaybetmişti. Sokak sokak Firuze’yi ararken, ateşle dansın ölümcül sahnelenişini görüyordu her yerde.
Kuvvetli, ayağına çabuk cesur tulumbacılar, ateşin içine naralar atarak dalıyor, kundağında unutulmuş bir bebeği ya da ayakları tutmayan bir ihtiyar kadını kurtarıyordu. Müslümanlar ve diğer dinlerden olan insanlar bu ortak düşmana karşı cengaverce, birlikte meydan okuyor ve çarpışıyordu. Dünya malı, dünyada kalır diyen insanlar canlarını kurtarmaya bakıyor, kimisi nasılsa yangından kaçırılabildiği bir taburede, keder içinde, evinin yanışını seyrediyordu. Gündüz gözüyle kara bir gece yaşanıyordu sanki.
Yangının tahribatı büyüdükçe, kalabalık arasındaki kargaşa daha da artıyor ve deliren ümitsiz insanlar boş gözlerle enkazın arasında dolanıyordu. Yanmış, kömür olmuş bebeğini bağrına basmış anneler, derileri kalkmış, soyulmuş, su toplamış acı içinde feryat eden ihtiyarlar, çocuklar ve kadınlar, ağlaşıp dövünerek sahile kaçmaya çalışıyordu. Her dilden dualar işitiliyordu. Kaçan kalabalık, hala dört bir yandan gelen tulumbacılar, askerler, saray habercileri, paşalar, haydutlar, kayıp ailelerini bulmak için gelenlerle tıpkı, iki ordunun göğüs göğse çarpışması gibi daracık ve kül yığınıyla, kor ateşle dolu sokaklarda birbirlerinin üstüne yığılıyordu…

Sabaha karşı, rüzgarın da durmasıyla söndürülen yangınının geride bıraktığı zayiat çok ağırdı; sekiz bin ev yanmış, üç bin insan ölmüştü. Sahil, sanki bir düşman tarafından buraya kadar püskürtülmüş insanlarla doluydu.
Selatin camilerinden duyulan müezzinlerin ıstırap ve hüzün dolu sesleri, güneşin doğuşuyla birlikte, ışıl ışıl bir yaz gününün başladığını haber veriyordu. Felaketten canlarını kurtarabilenler, birkaç parça eşyası ve ailenin sağ kalan fertleriyle birlikte, ateşin bir dost olduğu kadar, nasıl bir şiddeti de içinde taşıdığını, yaşam kadar ölümü de kucakladığını anlıyordu. Bir sofistin dediği gibi: Bir odun ateşinin yanarken söylediği şarkının romantikliği kadar, bir volkana da dönüşebileceğinin dramatik bilgisine varmanın gizemini çözmeye çalışıyorlardı…

Selim, sokağına ulaşmış, evinden geriye kalan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yönünü kaybetmiş gibi evinin nerede olduğunu bulamadı önce, sokak boyunca sağlı sollu uzanan bir kül ve enkaz yığınından başka bir şey yoktu. Nihayet evinden arta kalan bahçeye vardı. Hala dumanlar tütüyordu enkazdan. Kapının basamakları önüne, günün bütün yorgunluğuyla dizleri üstüne çöktü kaldı:

”Birine ulaşmadıkça yolun ne anlamı kalır Firuze!”

Elinin yanmasına aldırmadan yerden avuçladığı külleri öfkeyle havaya savurdu. Yağmur gibi üstüne başına yağarken küller, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

“Her şey küle döndü, ateş söndü. Ya ruhumdaki ateş, onu nasıl söndüreceğim?”

Bu sırada bir el omzuna dokundu. Bir umutla bu elin sahibine baktı. Keder içindeki kadim dostu Yusuf’u gördü.

- Ah Yusuf, yalnız İstanbul değil, yüreğim de yandı!
__________________

ßelki hiç durmadan uyusam iki gün çözüLür bu zor düğüm..
dünün benden aldıkLarını belki geri verir öbür gün..
yaLnız kaLsam hiçkimse ßana dokunmaSa..
yalnız kalsam bir köşeye saklanıp uyusam..
ßelki hep sussam sussam iki gün kayßoLur sonsuz hüznüm..dünün ßenden çaldıklarını ßelki geri verir öbürgün..
..::ŞiMaL::.. isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 134
Takımınız:
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz Aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 16:19 .


Powered by vBulletin
Copyright © 2000-2007 Jelsoft Enterprises Limited.
Sitemap
6, 5, 3, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 113, 16, 17, 18, 19, 81, 20, 27, 22, 23, 24, 25, 26, 48, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39, 43, 136, 40, 58, 45, 42, 44, 46, 47, 53, 54, 55, 56, 57, 59, 60, 70, 61, 62, 63, 64, 65, 66, 68, 69, 71, 72, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 82, 83, 96, 84, 85, 86, 87, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 95, 98, 97, 100, 101, 102, 103, 106, 104, 105, 112, 109, 108, 107, 110, 111, 114, 115, 118, 116, 117, 119, 148, 154, 124, 165, 122, 120, 123, 121, 150, 153, 125, 128, 129, 131, 132, 133, 134, 135, 137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 144, 145, 146, 147, 151, 149, 202, 175, 164, 152, 167, 155, 156, 157, 158, 159, 160, 161, 162, 163, 195, 169, 166, 168, 170, 171, 172, 199, 174, 173, 196, 200, 176, 177, 180, 178, 179, 182, 189, 187, 184, 186, 191, 192, 193, 194, 197, 198, 201, 203, 229, 204, 205, 206, 207, 208, 209, 210, 211, 212, 213, 214, 215, 216, 217, 218, 219, 220, 221, 222, 223, 224, 236, 231, 232, 233, 234, 235, 237, 240, 239, 241, 243, 242, 244,