3 Kasım 1839’da çıkrıkçılar yokuşunda dillendirilen ilk kelime bu oldu. Zifiri karanlık bir gecede, dükkânların paslı sac tavanlarını ve evlerin camlarını acımasızca döven sağanak yağmurun sesi bu hoyrat sesle sindi.
Sislerin içinden yükselen bu öfke dolu sözlerin ardından defalarca şimşekler çaktı ve ıssız sokağı çevreleyen duvarda tuhaf bir gölge oyunu başladı. İstanbul’un külhanbeyleriyle ünlü Tophane semtinde, iki gölge, Arnavut kaldırımlı bir yokuşta boğuşuyordu. Gölgelerden biri erkek biri kadındı. Erkek kadına fahişe diyordu; kadın erkeğe ********. Demek ki, kadın, pezevengin yosmasıydı. ********, yosmanın ümüğünü sıkıyordu. ********, kör bir testere gibi homurdanarak yapıyordu işini; yosma, boğazlanan bir dana gibi gırtlağı yırtılırcasına yalvarıyor, haykırışları gecenin sessizliğini yırtıyordu. Yerde, acı içinde kıvranan kadının bütün vücudu kasılıyordu. Soğuk, acı, korku… Bir insanın titremesine sebep olan maddi ve manevi onlarca sebep o anda yosmanın ruhuna ve bedenine üşüşmüştü. Pezevengin gölgesinin sağ kolu yukarı kalktı. Elinde, iri bir kama vardı. Sonra hızla aşağı indi kol, ardından yeniden kalktı. İndi, kalktı. İndi, kalktı. İndi, kalktı. İndi, kalktı. İndi, kalktı. Defalarca, indi ve kalktı. Yosmanın sesi kesildi. ********, cesedin kulağına eğilerek homurdandı:
“Piçinle birlikte köpeklere yem olacaksın.”
********, son bir kez, kanlar içindeki yosmaya baktı. Ardından, gecenin karanlığında uzaklaşırken gölgesiyle birlikte küçüldü. Küçüldü, küçüldü, küçüldü… Her geçen an küçülerek kayboldu. Kadının cesedinden kanlar boşalmaya devam ediyordu. Yağmur suyuyla incelen kan, pembe bir sel gibi yokuştan aşağı süzülüp mazgallara boşalıyordu.
Saat gecenin üçüydü: Akla Karşı Tezler saati. “Sabah çok yakın. Oysa ışıltı yok ortalıkta. Neredeyse gece bitmiş ama sürmekte karanlık. Henüz uyanmış bazıları, henüz uyumamış bazıları. Bazıları uyanmış uykusuna doymadan. Bazıları uykusuna varmadan doymuş.”
Rüzgâr her şeyi savuruyordu; yokuştan yuvarlanan çıkrığın çıkardığı çıngırak çıngırtısı sokağı çınlattı. Derken, yosmanın cesedinin yanı başındaki evin demir kapısı cehennem kapısı gibi korkunç bir şekilde gıcırdayarak açıldı. Zebani sesine benzer bu sesle gecenin sessizliği grafon kâğıdı gibi yırtıldı. Eli kandilli şişman bir kadının gölgesi temaşa etti duvarda. Şişman kadın, elindeki kandille birlikte yerde kanlar içinde yatmakta olan kadına doğru temkinli birkaç adım attı. Sonra olduğu yerde kalakaldı ve bir çığlık attı. Keskin, tiz bir çığlık. Kandilin ışığı olay mahallini biraz daha aydınlattı. Yosmanın üzerinde paramparça olmuş siyah bir gelinlik vardı. Fakat, şişman kadını dehşete düşüren şey siyah bir gelinlik değildi. Kadının bacaklarının arasında, siyah gelinliğin içinde hareket eden bir şey vardı. Neydi bu? Yoksa kara bir kedi, yosmanın apış arasını mı yiyordu? Kedi miydi gerçekten? Şişman kadın, bütün bedenini ürperten huzursuzlukla cesedin üzerine eğildi. Yavaşça siyah gelinliğin eteğini kaldırdı ve elindeki kandille yosmanın bacak arasını aydınlattı. Orada, inanılmaz bir şey vardı. Böyle bir manzaraya kaç yüzyılda kaç milyonda bir insana şahit olabilirdi? Bu bir mucizeydi. Hayat ve ölüm, yosmanın bacak arasında ikisi bir aradaydı. Bu kez daha yüksek bir sesle bağırmak istedi ama yapamadı. Bir karasaban çökmüştü sanki üzerine. Şişman kadının yapamadığını yosmanın bacak arasındaki şey yaptı. Kanlar içinde, ufak, ufacık bir bebek, olanca sesiyle ağlamaya başlamıştı. Yosma, son nefesini verirken dünyaya kendi ruhundan ve kendi bedeninden bir hediye bırakmıştı. Aynı anda hem ölmüş, hem dirilmişti. Ölürken hayat fışkırmıştı bedeninden. Ölürken anne olmuştu. Ne var ki, yıkımını izlemeden olay yerinden hızla uzaklaşan fırtına misali, o da fırtınalı bir hayat yaşamış ve bebeğini göremeden dünyadan ayrılıp gitmişti.
Sağanak yağmur, bir yandan musalla taşındaki bir cesedi yıkıyor, diğer yandan kaderine terk edilen bebeğin bedenindeki kanları yıkayarak adeta onu vaftiz ediyordu. Beethoven’in beşinci senfonisinin ilk melodilerini andıran gök gürültüsü yeryüzüne nazil olmadan hemen önce bir kez daha çakan şimşek sokağı karnaval yeri gibi aydınlatınca; cenaze merasimi ile kutsal vaftiz töreni, lanetli bir fresk gibi duvara aksetti. Zavallı şişman kadın, ne yapacağını bilemiyordu. Şefkat ve merhamet duygularına mı kulak vermeliydi, yoksa bu küçük yavrucağın ciğerleri fareler gibi boğazına dek yağmur suyuyla doluncaya kadar orada ölüme mi terk etmeliydi. Ani bir kararla, ayaklarının bir kısmı hala yosmanın içinde duran bebeği yosmanın apış arasından çekerek çıkardı. Bir saniye önce bebeğin hiçbir şeyi değildi, ama artık bebeğin ebesiydi.