Geri git   Van.GEN.TR Forum | Yerel Van Forumu > Dini Konular > Dini Hikayeler

Dini Hikayeler Kişilerin başından geçen dini olaylar burda

Cevapla
 
Konu Araçları Stil
Alt 20/09/08, 11:52   #41
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

EBİYONİTLER


Yahudi asıllı ilk Hıristiyanlardan bir cemaatin üyeleridir. Ebiyonit kelimesi İbranice “yoksul, fakir” anlamındadır.Bundan dolayı düşmanları “fakirler – yoksullar” (Ebiyonit) kelimesini onları küçümsemek için kullanırlar. Onlar ise, Ebiyonitliği (fakirliği) ,İsa’nın “Dağdaki Vaazı”ında (İncil; Matta 5:1-11) bahsettiği o içerikte ve “ruhta fakir olanlar” manasında almaktadırlar


İsa mesih'in Kardeşi Yakobus


Bunlar İsa’nın Tanrılığını reddederler, sünnet olurlar. Reisleri olarak İsa’nın kardeşi Yakobus’u kabul ederler. Yahudi ayin ve ibadetlerini yerine getirirler. Pazarı kabul etmekle beraber Şabbat’a (Cumartesi) uyarlar. İsa’yı son Yahudi peygamberi olarak tanır fakat, Mesih olduğunu kabulde tereddüt ederler. Pavlus’u samimi bir Hıristiyan görmez ve onu dönme (içi başka dışı başka) sayarlar. Pavlus’tan önce “komünyon” ayininin hatıra olarak kutlandığı ve Hz. İsa’nın “kan Kadehi” yarine su kadehini koyduğunu savunurlar. Ekmek – Şarap ayinindeki “ekmek ve şarab”ın Hz. İsa’nın “eti ve kanı” olduğu görüşünü reddederler.

Kan dökmeyi reddettikleri için et yemezler ve ideal hayatın bitkilerle beslenmek olduğunu savunurlar.İslam dinindeki Boy abdestine benzer dini banyo geleneğine sahiptirler.

Ebiyonitlerin V. Yüzyıla kadar yaşadıkları, ondan sonra görünmez oldukları; bir kısmı Hıristiyan gruplara, bir kısmının “gnostik” gruplara katıldıkları ileri sürülmektedir. Bunun yanında “Ebiyonit” karaktere sahip Hıristiyanların günümüze kadar geldiği ve hala varolduğu da belirtilmektedir.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:52   #42
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

HURUFİLER


Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattir. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufilik’in bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.

Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir.

Hurufiliğin Öncülleri

Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir uğraştır.

Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.

Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır.

Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Huruf-u Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.

Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilik” adlı kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok ünlüdür.”

İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüzyılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. yüzyılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.

İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.

Fazlullah Esterabadi

Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.

Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir.

Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne dayanmasıdır.

Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır.

Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.

Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastıtılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir. Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde götürmüşlerdir.

Anadolu’da ve Rumeli’de Hurufilik

Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını yaymayı başardılar.

Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor. Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir.

Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir. Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır.

Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüzyıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. yüzyıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir.

Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. yüzyılda Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi ozanları izlemiştir.

İshak Efendi “Kaşif el-Esrar” adlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. yüzyılın başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler, Bektaşiler’in arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır.

Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle Alevi-Bektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak tarihe karışmıştır.

Hurufi İnançları

Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle ortaya çıkar.

Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir “İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.

Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar.

Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye ulaşır ve “Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır. Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.

Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır.

Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan “Huruf-u Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler.

Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler “Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır.

Fazlullah, Musevilerin beklediği “Mesih”, Hıristiyanlar ve Müslümanların gökten inaceğine inandıkları “İsa”dır. Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullah’ı öldüren ve “Maran Şah” (Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.

Hurufilik ve Bektaşilik

Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı araştırmacılar XV. yüzyıldan başlayarak Bektaşilik’in bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi tarikatında etkin olmuştur.

Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadolu’ya Hacı Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan Hacı Bektaş’ı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin Anadolu’daki sığınağı olmuştur.

Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.

Hurufiliğin Etkileri ve Sonuç

1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı olmalıdır.

Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla kentleri de etkisi altına aldığı görülür.

Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüzyıllardır sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi “Bogomiller”dir.

Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur.

Fazlullah’ın yazdığı “Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından “Aşıkname” adıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncil”inden alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiler’inde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir.

Anadolu’nun heterodoks İslam’ı ya da tüm Osmanlı topraklarında İslam’ın egemen olduğu simgesel evren içinde yaşayan heterodoksi, Hurufilik sayesinde, aynı topraklarda yaşayan diğer kültürlerden halkları, uzlaştırıcı çatısı altında toplama yeteneğini geliştirerek daha olgun bir biçim kazanmıştır.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:52   #43
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

MANİ DİNİ



Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüz yılın son yarısında Mani tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüz yıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.

Mani'nin Yaşamı

Mani (Manys, Manytos, Manentos, Manou, Manichios, Manes, Manetis, Manichæus) özel bir isim değil, bir saygı ifadesi ya da bir unvandır. Mani sözcüğünün Aramîce kökeni olan "Mânâ", ışık anlamına gelmektedir. Mandeen (Sâbiîlik) inancında bir cin olan "Mânâ Rabba" ise "Işık Kralı" demektir. Bu bakımdan Mani sözcüğünün tam anlamının "aydınlatan" olduğu genelde kabul edilmiştir.

Mani'nin gerçek adinin bilinmemesine karşın, babası ve ailesi hakkında kesin bilgiler mevcuttur. Babasının adi Fâtâk Bâbâk (Patekios, Patticius, Paftig, Arapça Futtuk) idi ve eski Med başkenti olan Ecbatana (Hamadan) kökenli bir aileden geliyordu. Karısı, yani Mani'nin annesi ise soylu Arsakî hanedanı ile akraba olan Marmarjam'dı.

Mani, 14 Nisan 216 tarihinde Babilonya'ya bağlı Mardinu kentinde (Mardin) dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi olmalıydı, zira bir süre sonra Ecbatana'yi terk ederek, Güney Babilonya'da bulunan "Menakkede" (Arapça Mugtasıla) adli bir Mandeen tarikatına katıldı ve küçük oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi. Mani'nin babası da, din reformu taraftarı olarak önemli etkinliklerde bulunmuş ve adeta oğluna öncülük etmiştir Mani dinsel eğitiminin yanı sıra gençlik yıllarını nakkaşlık öğrenerek geçirmiştir. Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi mevcut değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık oldukları biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için her gün abdest alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et yemiyorlar ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan tarlada çalışmak zorundaydı. Tarîkat'ın yerleşik ve tarımsal görünümü bir Yahudi tarîkatı olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir öğe de, kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa" (Nomos) olarak adlandırmalarıdır. diğer önemli bir unsur da, bu tarîkatın, bir Yahudi uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.

Mani, 20 Mart 242 günü Gundesapûr kentinde I. Şahpur'un tahta geçme törenleri için ülkenin her yanından toplanmış bulunan kalabalığa öğretisini ilk kez ilân etti. "Nasıl Buddha Hindistan'a, Zerdüşt İran 'a ve Isa Batı topraklarına geldiyse, iste simdi ben, Mani, Babilonya topraklarında Gerçek Tanrı'nın habercisi olarak peygamberliğimi duyuruyorum." Mani'nin bir süre sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmış olması, önceleri pek basarili olamadığını kanıtlıyor.
Mani, uzun yıllar süresince çeşitli ülkeleri gezerek öğretisini yaydı, Türkistan ve Kuzey Hindistan'da Manici topluluklar kurdu. Nihayet İran 'a geri döndüğüce, Sah I. Şahpur'un kardeşi Perviz'i kendi inancına çekmeyi basardı. Mani, en önemli yapıtlarından biri olan "Şahpurikan"ı Perviz'e ithaf etti. Perviz, Mani'nin Şahın huzuruna kabul edilmesini sağladı ve böylece Mani I. Şahpur'a dinsel mesajını aktarma fırsatını buldu.

Ancak, bir süre sonra Mani tekrar bir kaçak olarak yollara düştü. Farklı yörelerde kendi inancını yayma çabasını sürdürdü. Bu geziler sırasında, öğretisini yayan ve güçlendiren uzun mektuplar kaleme aldı. Bu dönemin sonunda yakalanarak hapse atıldı ve ancak 274 yılında I. Şahpur'un ölümü üzerine özgürlüğe kavuşabildi.

I. Şahpur'un yerine geçen oğlu I. Hürmüz, Mani'ye destek oldu. Ne var ki, I. Hürmüz'ün saltanatı yalnızca bir yıl sürebildi. 274 yılında Şahpur'un diğer oğlu Behram tahtı ele geçirdi. Bu saltanat değişimi Mani'nin sonunu hazırladı, zira Mazdeizm'e bağlı olan yeni Sah, her türlü yabancı inancın koyu bir düşmanıydı. Yeni Sah I. Behram, Mani'yi çarmıha gerdirdi. Mani yandaşlarını yıldırmak amacıyla cesedi parçalandı, derisi yüzüldü, içine saman doldurularak kent kapısına asıldı. Mani'nin ölüm tarihi 276-277 yılları olarak biliniyor.

Mani Öğretisi

O dönemden günümüze kalabilen resmî belgeler Mani'yi bir din sapkını ve bir şarlatan olarak tanıtıyorlar. Ancak, XVIII. yüz yıldan başlayarak yapılan araştırmalar Mani hakkında tüm bilinenleri değiştirdi. Artık Mani, kimilerine göre yeni bir din kuran bir bilge, kimilerine göre de çeşitli dinsel öğretilerin, Zerdüşt inancının, Buddha'cı ahlâkin, Mithra kültünün ve Hıristiyan öğretisinin bileşimini gerçekleştirmiş bir dehâdır.

Özellikle XX. yüz yılda gerçekleştirilen bazı buluşlar, Mani'nin yasam öyküsünün tümüyle gözden geçirilmesini gerektirdi. Ortaya çıkarılan ve Mani tarafından bizzat yazılmış olduğu savunulan bu yeni belgeler, Mani'yi insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir peygamber olarak göstermektedir. Mani, insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akis içinde en önemli aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı, Buddha'yı, Zerdüşt'ü ve İsa 'yı saymıştır. Mani, bu yazılarda, İsa 'nın yaşamının belli baslı olaylarını özetlemiş, Havariler'in çabalarını, Paul'un misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için uğraş vermiş olan Marcion ve Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır Nihayet, İsa 'nın müjdelemiş olduğu "Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin geldiğini ilân etmiştir.
"Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dişi anlamı "şefaat eden, aracı, arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa 'nın veda konuşmalarında "Avutucu, Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adi altında sıkça yer almaktadır (Yuhanna XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7).

Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici inanca göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından Mani'ye aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir. Mani, on iki yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve ilk ilâhi açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e göre bu ziyareti yapan "et-Taum" (ikiz anlamına gelen Nebatîce bir sözcük) adli bir melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal esi olup, onu eğitip görevine hazırlayacak olan Paracletos'tur.

Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa 'nın başarılı olamamalarının nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun ilgi, Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan Kilisesi'nin neden bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. 279 Yılında, Roma İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm Manici yazıların yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları yüz yıllarca sürdürülmüştür. Halbuki, İsa 'dan sonra II. yüz yılın ortalarında İran 'da doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüz yılını tamamlamadan Doğu ve Batı'ya yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak karşısındaki en büyük rakip Hıristiyanlıktı.

Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga cereyan etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akilci yöntemleri ve basarili diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun örgütlenen ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı kilise kuralları, devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen yapıtlar çoğalıyordu. Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha asla unutamayacak, yüz yıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther, ne de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak gösterilmiştir.

Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin dogmatik tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin araştırılması ve daha iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici belgelerinin incelenmesi, Doğu ile Batı'yı Zerdüşt ile İsa 'yı birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını gösteriyordu. Zamanla, eski Iran ve Hind inançlarının daha iyi anlaşılmasıyla, Maniciliğin kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi. Maniciliğin temel öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının yanı sıra, Hind öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece Manicilik; köktenci düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden kaynaklanan, Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş bir gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.

Asyrioloji'nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını sağladı. Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nin eski inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin, Mezopotamya -Iran düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din niteliğine ulaşabilmek amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlık'tan aktarmalar yapan bir "syncretist" (bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru genişlediği belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk yüz yıllarında tam anlamıyla etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin olarak durdurulacaktı. Kısacası Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan Kalde-Babilonya potasında, Buddhist ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.

Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini, örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel ve nihaî bir din. Ancak tüm bu niteliklerden daha önemlisi, her şeyin başına iki ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş olan ve İsa 'nın gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri açıklanan köktenci bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm bilgileri içerdiğini ileri süren bir toptancı gizem dinidir. Isa basarisiz olmuş, Aziz Paul ile Marcion' un çabaları boşa gitmiştir. Gerçek Kilise'yi yeniden düzenlemekle görevlendirilmiş olan Paracletos-Mani zuhur etmiştir.

Örgüt ve Ritüel

Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır. Maniciler iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan inananlar ya da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler) ile "Dinleyenler". Manicilik'te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul edilirdi. Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık dönemlerinden ve çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi. "Consolamentum" (Teselli) adi verilen inisiyasyon törenine pek önem verilirdi. Bu asamadan sonra, seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve artık bu ışığı dünyevî nesnelerle kirletecek eylemlerden kaçınırlardı. Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et yemezler, şarap içmezlerdi. Tarım islerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile doğramamalıydılar. Günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yasam sürmeliydi seçkinler.

Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın yasak olmasıydı. Seçkinlerin yasamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle bağlıydı: ağız, el ve gönül mühürleri...İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı bulunan ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam öldürmek, hayvan öldürmek, hatta meyve koparmak bile yasaktı. Üçüncü mühür, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.

Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış seçkinlerin son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe bağlı olanların büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar yalnızca Mani'nin "On Emri" ile bağlıydılar. Bu On Emir kısaca ;

1. Geçirilmiş olan zamana (tarihe) inanmak
2. Çok Tanrılı döneme inanmak
3. Yalandan kendini koruma
4. Kötü insan olmamak
5. Et yenilmesinin yasaklanması
6. Başkasının namusuna kötü gözle bakmamak
7. Hırsızlık yapmamak
8. Okumak,sihirle hakikati tanıyarak, bunları birbirinden ayırmak
9. Toplum içerisinde inançlı olmak
10. İşinde gevşek ve ihmalkar olmamak

Bu on emir sırasıyla puta tapmayı, namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu. Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere neredeyse tapınma derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek kutsanma talep ederler, buna karşılık sebze ve meyve verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer dinsel görevler dua ve oruçtu.

Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra olmak üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır, geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne günesin, ne de ayin görünmediği günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir arınma riti vardı. Arınma isleme su ile, ya da su bulunmazsa toprak ile yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik olgulara bağlıydı. Haftanın ilk günü günesin onuruna (Sunday) herkes oruç tutardı. Seçkinler, haftanın ikinci günü de (Monday?) ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda, herkes iki gün oruç tutardı.

Maniciliğin diğer rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin ölüm yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük kutlaması olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal yazılar okunurdu. Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine bos bir taht yerleştirilirdi. "Bema" töreninin diğer ayrıntıları ne yazık ki bilinmiyor. Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının olduğu da kesin, fakat bu konuyu içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz töreninin hiçbir ayrıntısı bugün bilinmiyor.

Maniheizm 'in (Manicilik) Kutsal Kitapları

Mani dininin kutsal kitapları altı tanedir. Bu kitaplar Mani tarafından yazılmış ve Mani öğretilerinin toplandığı kutsal metinlerdir.Bu kitaplar

1. Sahberden

Mani bu kitapta kötü insanları tanıtır. Ahriman'ın bu kötü insanların arasına girip onları aldattığını anlatır

2. Sendokojine

Mani Sendokojine 'de iyi insanları ve iyilikleri anlatır.Aydın ve aydınlıkla onların mutluluğunu anlatır.

3.Riya Rast

Doğru yolu ve doğru olanları anlatır.

4. Olperesti

Mani Olperesti 'de inanç, düşünce ve kalp temizliğini anlatır.

5. Veşarti

O dönemdeki dinleri ve geçmiş din ve peygamberleri anlatır.

6. Nivista Gernasa

Mani bu kitabında tanınmış insanları,pehlivanları,ülkeleri için mücadele edip ölüme kadar savaşmış olan kahramanları tanıtır.

Doğu'daki Etkileri

Hem Roma İmparatorluğu 'nun, hem de İran 'da Sasanîler'in baskısına karşın, Manicilik hızla yayıldı. İran 'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok basarili oldu. X. Yüz yılın baslarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yasayanlar ve Hindistan 'ın bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan kazılarında ortaya çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu açıklamayı kanıtlamıştır.Mani'nin ölümünden bir yüz yıl sonra, Manicilik Malabar kıyılarına kadar yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir zamanlar Nesturîler'e ait olduğu zannedilen Çince yazıtların, aslında Manici oldukları kuşku duyulmayacak biçimde belirlenmiştir.

Doğu'da Manicilik, IV. yüz yılın sonlarından başlayarak, Doğu İran 'da sağlam bir sıçrama tahtası edinmiş ve buradan hareketle İpek Yolu boyunca Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik 762 yılında Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle Çin'e doğru genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. Yüzyılda Uygur devletinin yok olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında varlığını sürdürmüştü. Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek, buralarda varlığını gizli bir din olarak devam ettirmeyi başarmıştı. Çin'in Fukien eyaletinde XVI. yüz yılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.

Manicilik Iran ve Babilonya'da hiç bir zaman egemen din düzeyine yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında geniş bir hoşgörü ve refaha ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha gördüler, başkent Bağdat 'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak 'ın bir çok köyüne yayıldılar. Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü sahibi olan Abbasîler döneminde, Maniciler "zındık" olarak değerlendirilip baskı görmüşler, çeşitli suçlamalar nedeniyle cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında Düalizm, zina, akraba arası cinsel ilişki ve homo****üellik önde geliyordu. Uygulanan baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk etkinliğini IX. yüz yıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü, Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.

Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı" gibi Hıristiyan "apocrypha"larını (Kilise tarafından kabul görmeyen İncil metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'in Mani dininin ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın Doğu'da, Thomas'in Suriye'de ve Hermas'in da Mısır 'da havarilik ettikleri varsayıldı.

Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St. Ephrem 378 yılında, hiç bir başka ülkenin Mezopotamya kadar Manicilik'ten etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da (Urfa) 450 yılında güçlü bir Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un, Laodicea'li George'un, Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un ve Bostra'li Titus'un Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm bunlar, Maniciliğin Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla zarar verdiği ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği benimsemiş olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir sertlikle davrandı.

Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400 yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüz yılda bir süre için yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul gördü. Bu dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye girdi ve kısa sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı. Ancak, bu çabalar Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra Manicilik, yeniden canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adi altında Bizans İmparatorluğu 'nu istilâ etti.

Batı'daki Etkileri

Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika 'ydı. Mani'den sonra gelen ve ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin olmuştu. Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV. yüz yılın sonlarında yasayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir ailenin oğlu olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve orada Maniciliğe girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici bir konuşmacıydı. Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 Yılında Kartaca'ya göç ettikten kısa süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir ceza görmeden salıverildi. 400 Yılında, Maniciliği öven ve Hıristiyanlığı, özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan Pederlerinden ve Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu kitaba tam otuz üç ciltlik bir yapıtla yanıt verdi. Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında bilgi mevcut değil. Ancak, St. Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı sonraki yapıtlarında Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde Maniciliğin etkisini giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'in Afrika 'yı ele geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius mezhebine bağlı Vandallar'i Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 Yılları arasında hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok sert oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler, ya da yakıldılar.

Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314 Yılları arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli eserinde, Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator Valentianus'un 372 yılında çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin kovuşturulmasını buyurmaktaydı. 384-388 Yılları arasında da,Roma'da "Martari" adında yeni bir Manici tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün Mani öğretisini değiştirmeyi amaçlayarak, seçkinlerin gezgin yaşamı terk etmesini ve bir tür manastır düzenine girmesini öngörmekteydi. Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den gördüler.

VI. Yüz yıldan bağlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu. Her ne kadar sağda solda, kimi gizli topluluklar ve düalist tarîkatlar varlığını sürdürdüyse de, bunların Babilonya'li peygamber Mani ile doğrudan ya da bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş yüz yıl sonra, XI. yüz yılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile gelen Paulician'lar ve Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist öğretileri, Kuzey İtalya ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli alanlar buldular ve böylece tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış olan Kathar hareketinin temellerini attılar.


Sonuç ve Maniciliğin Yokoluşunun Nedenleri

Bu denli sıra dışı bir teoloji ve insanin yazgısından çok "Işık" için ilgi besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi oldukça yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne denli akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır geniş halk kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüz yılda Roma 'nın baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hıristiyanlık gibi, herkese kurtuluş vadeden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde yüksek olduğu Manicilik örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.

Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, diğer dinlerin aksine, kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiç bir temel politik ve sosyal değişim yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin görevlerini zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini, diğer ulusların kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini yaratmıştır.

Maniciliğin tümüyle entellektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı. Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm görmesi kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra yaşamını sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:52   #44
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

BOGOMİLLER


10. Yüz yıldan başlayarak Bizans 'ta bulunan din adamları, Bulgaristan'da "Bogomiller" adı verilen yeni bir dinsel akımın gelişmekte olduğunu fark ettiler. Akımın kurucusu Bogomil (Tanrı 'nın sevdiği) adında bir köy papazıydı. Yaklaşık 930 yıllarında papaz Bogomil yoksulluk, alçakgönüllülük, dua ve tövbe ile geçen bir yaşamı vaaz etmeye koyulmuştu.

10. Yüz yıl ortalarında Bulgar Çariçesi Maria-Irena 'nin amcası İstanbul Patriği Theophilaktes, damadı Bulgar Çarı Petro 'dan iki endişe dolu mektup alır. Bu mektuplarda Çar, Bulgaristan 'da ortaya çıkmış yeni bir dinsel, ama Kilise karşıtı akımı anlatmakta ve bu akımla Nasıl bas edilmesi gerektiğini sormaktadır. Konuya eğilen Patrik, bu akımın Paflikyanlar 'ın yeniden canlanması olduğuna karar verir. 954 Tarihli yanıtında, bu akımı iyi bildiğini ve bu kişilerin Kilise öğretisine geri çağrılmaları gerektiğini yazar. Ancak Patrik 'in yanıtı, bu akımı alışılagelmiş bir sapkınlık olarak açıklamasına karşın, bunun Bulgaristan 'da yeni ortaya çıkısına şaşırdığını ve bundan pek etkilendiğini açıkça sergilemektedir.

Bogomilizm 'den ikinci kez söz eden kişi bir Ortodoks Bulgar papazı olan Kozmas 'tır: " Çar Petro 'nun zamanında Bulgaristan 'da Bogomil adlı bir papaz yasıyordu. O, Bulgaristan 'a sapkınlığı eken ilk kişiydi ". Kozmas, bu satırları içeren ve 977 yılında kaleme aldığı risalesinde, Bogomilizm 'in yeşermesine olanak sağlayan Ortodoks Kilisesinin tembellik ve savurganlığına çatmaktadır.

Bogomil 'e göre dünya kötüydü, çünkü İsa 'nın kardeşi ve Tanrı 'nın diğer oğlu olan " Satanael " (Şeytan) tarafından yaratılmıştı; Şeytan, Eski Ahitteki kıyıcı Tanrı " Yehova "dan başkası değildi. Büyük olasılıkla Bogomil, 6. ile 10. yüzyıllar arasında Anadolu 'da yaygın olan Paflikyanlar 'in ve Messalianlar 'in düalist inançlarından etkilenmişti. Bogomil akiminin inanışlarına göre Ortodoks kilisesinin törenleri, kutsal eşyalar ve ikonalar, Aslında Şeytan tarafından yaratıldıkları için anlamsız ve yararsızdılar; Haçtan da nefret etmek gerekliydi, zira İsa Haçın üzerinde işkence çekmiş ve öldürülmüştü; Geçerli olan tek dua, gece ve gündüz dörder kez yinelenmesi gereken " Bizim Babamız " duasıydı.

Bogomiller 'in kozmolojik ilkeleri arasında Baba ile iki oğlu önde geliyordu. Baba süper kozmik yörelerde, İsa göklerde, Satanael adlı büyük oğul dünyada egemendiler. Satanael adı, " Tanrı 'ya karşı gelen " anlamına geliyordu. Çoğu Düalist topluluklar her iki oğlu da, küçüğünü sevgiden büyüğünü ise korkudan, yüceltiyorlardı.

Paflikyanlar 'in Şeytanı Tanrı 'nın büyük oğlu olarak gördüklerine dair bir kanıt yoktur. Bu nedenle söz konusu öğretinin kökeni doğrudan Bogomiller'e dayandırılır. Doğal olarak Bogomiller, hiç kuskusuz Şeytanin kötülük ortakları olarak toprak ağalarını ve soyluları görüyorlar; yeryüzünün tüm mallarını ve zenginliklerini reddediyorlardı. " Eğer iyi bir Tanrı varsa, kötülükler nereden geliyor? " İste Bogomiller'in yanıt bulmaya çabaladıkları soru buydu.

9. ve 10. yüz yıllarda Trakya 'daki koşullar feodalitenin gelişmesine elverişliydi. Küçük toprak sahibi köylülerin aleyhine güçlü bir feodalitenin boy vermesi, köylü sınıfının sefaletine neden olmaktaydı. Bölgenin sahne olduğu sürekli savaş durumu halkın omuzlarına her gün artan vergiler yüklemekte, yoksulluğa düsen köylüler bir koruyucu (prostasia) aramak zorunda kalmaktaydılar. Aşırı ölçüde sert geçen 927-928 yılı kişini izleyen korkunç bir kıtlık ve veba ile birkaç yıl yinelenen kötü hasat, feodal sınıfa halka ait toprakları olabildiğince düşük fiyatlarla ya da birkaç besin maddesi karşılığında satın alma olanağını vermişti. Bu ekonomik koşullar hiç kuskusuz Bogomil propagandasının yayılmasına yardımcı olmaktaydı. yaygın sefalet, bir yandan Bogomiller 'in çağrısına uygun zemin hazırlarken, diğer yandan gelişen bir feodalitenin oluşmasını hızlandırıyordu. Tüm kudret ve zenginlikler bir azınlığın elinde toplanıyordu. Bu sosyal dengesizlik Bogomiller 'in sert karşı çıkışlarına yol açmaktaydı.

Bogomil inancının sosyo-politik temeli, Bulgar köylüsünün toprak ağalarına karsı gelişen tepkisi olmuştur. Bu tepki yadsıyıcı, olumsuz, bozguncu bir tepkiydi ve hiç kuskusuz Çar Petro ve oğullarının dönemlerinde Bulgaristan 'ın gerilemesine yol açmıştı. Kozmas 'ın risalesini yazdığı dönemde Bogomilizm yeni gelişen bir akımdı ve kısa süre önce Bizans İmparatoru Yohan Tzimises, Philippopolis (Filibe) civarındaki yörelere Paflikyanlar 'ı göçe zorlamıştı. Bu bağlamda, hoşnutsuzluk yaratan ekonomik durumun ve yörede aniden ortaya çıkan düalist Paflikyan inançlarının Bogomilizm 'in temelini oluşturduğu düşünülebilir. Genel kural olarak Bogomil öğretisi, Gnostik akımlardan aktarılmış düalizm ile olabildiğince tam uygulanması istenen Hıristiyan öğretisinin arasındaki gizli ya da açık karsılaştırmalarda belirginleşiyor. Bir akımın ilerleyip gelişmesi, yalnızca diş etkiler ve üyelerinin ateşli çabalarıyla açıklanamaz. Ortam elverişli, insanlar etkilenmeye hazır olmalıdır. Bu koşullar, o dönemde Bulgaristan ve Bosna 'da yeterince bulunuyordu.

Bogomiller ne et yiyorlar, ne de şarap içiyorlardı; evliliğe de karsıydılar. Topluluklarında hiyerarşik bir düzen yoktu. Birbirlerine günah çıkartıyorlar, birbirlerini affediyorlardı. Zenginleri eleştiriyorlar, soyluları aşağılıyorlar ve sıradan insanları, edilgin bir direniş göstererek, efendilerine bas kaldırmaya davet ediyorlardı. Bogomil akiminin basarisi, Kilisenin zenginlik ve ihtişamı ile papazların değersizliklerinin yarattığı düş kırıklığından kaynaklanan toplu bir adanmışlıkla açıklanabilir. Ancak asil etken, giderek yoksullaşan ve toprak köleliğine bile razı olan Bulgar köylülerinin, toprak sahiplerine ve Bizans işbirlikçilerine duydukları nefretti.

Ortodoks inançlarına bu denli karsı çıkan bir öğretinin, ister istemez bölgenin sosyal yaşamının tüm öğeleri üzerinde önemli yankıları olmuştu. Özellikle Kilise ile Devlet çıkarlarının böylesine iç içe olduğu bir dönemde Ortodoks inancının reddi, kaçınılmaz olarak yasalara bir başkaldırı ve toplumsal düzenin tümüne yöneltilmiş bir meydan okumaydı. Bogomiller halkı sivil itaatsizliğe çağırıyorlardı: efendilerine itaat etmemeyi, zenginleri hor görmeyi, Çardan nefret etmeyi, Çar 'a hizmet edenleri alçak olarak değerlendirmeyi, soyluları gülünç duruma düşürmeyi, her ırgata ağası için çalışmayı reddetmeyi öğütlüyorlardı. Bu sosyal anarşizme karsı Kilise, siyasi yetkenin kutsallığını ileri sürerek karsı çıkmaya çabalıyor, Çar ve soyluların Tanrı tarafından görevlendirildiklerini ileri sürüyordu.

Ancak bu toplumsal anarşizmin rolü abartılarak, Bogomiller Ortaçağın komünistleri gibi değerlendirilmemelidir. Bogomilizm 'in eşitlik ilkesi, yoksulluk ve ahlaki saflık arayışlarından türemiştir. Feodaliteye karsı savaşımları adeta Yılık ve Kötülük arasındaki kozmik savasın toplumsal düzeye oturtulması gibidir. yalnızca bu anlamıyla bile Bogomilizm, feodalitenin gelişimine karsı koymuştur ama, esas olarak hiçbir zaman bir politik akım biçimine dönüşmemiştir. Bogomiller her şeyin üstünde dinsel vaizler olarak kalmışlar, sivil işlevlere ilgi duymamışlardır.

Gönüllü yoksullukla birlikte, çalışmanın Bogomiller tarafından hor görülmesi, gezgin keşiş tipini ortaya çıkarmıştır. Bu nitelik, Paflikyanlar 'dan çok Messalianlar 'a özgüdür. Bogomiller 'in edilgin tutumları, onları Paflikyanlar 'dan ayıran en önemli özellikleridir. Bogomiller 'e verilen diğer bir ad olan ve Türkçe " torba " sözcüğünden türemiş olan " Torbeshi ", gezgin Bogomil keşişlerinin omuzlarına astıkları ve içine aldıkları sadakaları koydukları torbadan kaynaklanmaktadır.

Günümüzde Torbeshi adı, Makedonya 'nın Müslüman Bulgarları olan Pomak 'lara verilen bir addır. Bizans İmparatoru II. Basil 'in 1018 yılında Bulgaristan 'ı fethinden sonra, birçok Bulgar soylusu zorla İstanbul 'a yerleştirilmişti. Bu soylular ve hatta Bazı Bizanslı papazlar tarafından kabul edilen Bogomilizm kendi teolojisini geliştirme çabasını sürdürdü. Ne var ki, bu teolojik çabalar sonunda Bogomil akımı ikiye bölündü. Şeytanin yetkesini kabul ederek, onu ezeli ve mutlak bir Tanrı olarak görenler " Dragovitsa Kilisesi " adıyla örgütlendiler (Dragovitsa, Trakya ile Makedonya sınırı üzerinde bulunan bir köyün adıydı). Şeytani İsa 'nın kötü kardeşi olarak gören eski Bogomiller ise " Bulgarlar " adını aldılar. Dragovitsa kolunun mutlak bir düalizmi, Bulgarların ise ilimli bir düalizmi savunmalarına karşın, iki grup birbirine hoşgörü ile bakmaktaydı. Bu dönemde Bogomilizm hızlı bir atılım gösterdi ; üyelerinin sayısı artarken, Anadolu ve Balkanlar 'da yeni topluluklar oluştu.

10. Yüz yıl sonlarına doğru Bogomil toplulukları içinde hiyerarşik bir yapı gelişmeye başladı: rahipler ve inananlar birbirinden ayrıldı. Dua ve oruç, kesinlikle uyulması zorunlu uygulamalar haline geldiler; giderek törenlerin sayısı ve ayrıntısı arttı. Bir köylü hareketi olarak başlayan akım, 12. yüz yıl sonlarında, ayrıntılı törenleri ve Hıristiyanlıktan giderek uzaklaşan düalist eğilimleri olan bir manastır tarikatı biçimine dönüştü.

12. Yüz yılın başlarında, Bogomiller 'i baskı altına almak amacıyla Kilise örgütlenmeye koyuldu. Bunun üzerine Bogomiller Balkanların kuzeyine çekildiler. Buradan yola çıkan Bogomil misyonerleri Dalmaçya, İtalya ve Fransa 'ya kadar yayıldılar. Bazı dönemlerde Bogomilizm, devlet düzeyinde de başarılar kazandı. Örneğin; 13. Yüz yılın ilk yarısında Ban Kulin (1180-1214) yönetimi sırasında Bulgaristan ve Bosna 'da resmi din olarak kabul gördü.

Bogomilizm 'in tüm tarihi boyunca sürdürdüğü bir başka belirgin özelliği ise, değişkenlik ve koşullara uyum sağlama yeteneğidir. Bu bağdaştırmacı nitelik, onlara çağrı etkinliklerini sürdürebilme ya da baskıları atlatabilme fırsatını tanımaktaydı. Bogomiller, diğer dinlerle ya da din dışı akımlarla bağdaşmaktan çekinmezlerdi. Bu eğilim zamanla daha belirgin biçime dönüştü ve 13. Yüz yıldan başlayarak Bogomilizm daha sik olarak Paganizm, büyü ve batıl inançlar ile iç içe geçti. Bu durum, herhangi bir sapkınlığı Bogomilizm olarak damgalayan Ortodoks eğilimini haklı duruma getirdi.

14. Yüz yılda Bogomilizm giderek etkisini yitirdi ve Osmanlıların Bulgaristan 'ı (1393) ve Bosna 'yı fethetmelerinden sonra (1463) Bogomiller 'in büyük çoğunluğu İslam dinine geçti.

Oysa Bogomilizm 'in dinsel etkileri uzun süre devam etti. Güneydoğu Avrupa 'da Bazı Bogomil inanç ve kavramları " Apokrifalar " (gizli ya da aslı olmayan İnciller) aracılığı ile yayılmayı sürdürdü. Ortaçağ süresince bu bölgede bir kaç Apokrifa, Jeremias adında bir Bogomil papazının adı ile bağlantılı biçimde elden ele dolaşmaktaydı. Ne var ki, bu kitapların hiçbiri Aslında Jeremias 'a ait değildi. Örneğin; tüm Ortaçağ Avrupa 'sında iyi tanınan " The Wood of the Cross " (Haçın Tahtası) adlı Apokrifa, Gnostik kökenli " Nicodemus İncili "nden alınmaydı. " İsa Nasıl Rahip Oldu " adındaki bir diğer Apokrifa, Bizanslılarca uzun zamandan beri biliniyordu. Bogomiller, bu eski metinlere düalist unsurlar eklemişlerdi. " Haçın Tahtası " adlı Apokrifanin Slovence çevirisi " Tanrı dünyayı yarattığı zaman, yalnızca kendisi ve Satanael vardı… " diye başlamaktaydı. Bu kozmogonik motifin çok yaygın olduğu bilinmektedir, ancak Güneydoğu Avrupa 'daki Slavca uyarlamalarda Şeytanın rolü alabildiğine abartılmıştı. Kimi Gnostik tarikatların modelini izleyen Bogomiller, Şeytana verdikleri önemi abartarak, düalist yaklaşımlarını güçlendirme yolunu seçmişlerdi.

Benzer biçimde " Adem ve Havva " adındaki Apokrifaya da Bogomiller, Adem ve Şeytan arasında gerçekleştirilen bir anlaşma hakkında bir bölüm eklemişlerdi. Bu anlaşma uyarınca, dünyayı yaratan Şeytan olduğu için, Adem ve soyundan gelenler, İsa 'nın gelişine kadar Şeytana ait olacaklardır. Bu temaya bugün bile Balkan folklorunda rastlanmaktadır.

Bu Apokrifaları yorumlama yöntemi " Interrogatio Iohannis " adlı tek otantik Bogomil metninde açıklanmaktadır. İsa ile İncilci Yahya arasında geçen bir konuşmayı içeren söz konusu metin engizisyon görevlileri tarafından Güney Fransa 'da Latince 'ye çevrilmiştir. Konuşmanın konusu dünyanın yaratılısı, Şeytanin düşüşü, Enoch 'un göğe yükselişi çevresinde geçer. Aslında metinde yer alan bir çok bölüm diğer Apokrifalardan ve " İncilci Yahya 'nın Soruları " adında 12. yüz yıla ait Slavca bir yapıttan alınmıştır. Halbuki, anlatının özündeki teoloji tümüyle Bogomil inançlarını yansıtmaktadır. Yine de bu metnin özgün bir Bogomil yapıtı mi, yoksa Yunanca 'dan bir çeviri mi olduğu hakkında kesin bir yargıya varılamaz. Öğreti açısından bu yapıtın büyük olasılıkla eski Apokrifalardan yola çıkılarak Bogomiller tarafından derlendiği söylenebilir.

Önemli olan Bogomil Apokrifalarının birkaç yüz yıl boyunca halkın dinsel inançları üzerinde oynadığı roldür. Bogomilizm 'le Şeytana verilen önem, Tanri 'nin edilgenligi ve anlaşılmaz aldırışsızlığı – tüm bu unsurlar ilkel dinlerde de sıkça görülen " Deus Otiosus " motifinin ifadesi olarak düşünülmelidir. Bu inanışlara göre, dünyayı ve insani yaratan Tanrı, Yaratılısın sonuçları ile ilgilenmez, cennete çekilir ve yapıtının tamamlanmasını bir doğaüstü varlığa, yani " Demiurgos "a bırakır

11. Yüz yılın başlarından itibaren İtalya, Fransa ve Güney Almanya 'da Bogomil misyonerlerinin etkinlik gösterdikleri biliniyor. Örneğin, bu misyonerlerin Orleans 'ta birçok soyluyu ve hatta rahipleri bile kendi inançlarına çekmeyi başardıkları tarih belgelerinde yer alıyor. Ne var ki, Fransa kralı Robert bunları ortaya çıkarmakta ve yargılamakta gecikmedi. Batının ilk düalistleri (sapkınlıkla suçlananlar) 28 Aralık 1022 tarihinde ateşte can verdiler. Yine de akım yayılmasını sürdürdü. Bu kez İtalya 'da yerleşmiş olan Bogomil temelli Katlar (Yunanca Katharos –saf, temiz- anlamına gelen bu isim 1163 yılından itibaren kullanılmaya başlandı) inancı Provence ve Languedoc yörelerine, hatta Pireneler 'e kadar misyonerler göndermeye başladı. Provence bölgesindeki topluluklar dört piskoposluk altında örgütlendiler ve 1167 yılında Toulouse 'da bir konsül toplandı. Bu konsüle İstanbul Bogomil piskoposunun katıldığı ve bu fırsattan yararlanarak Güney Fransa 'da birçok kişiyi kendi kökten düalizmine yönelttiği biliniyor. İşte böylelikle Bogomil öğretisi zaman içinde benzer düalist öğeleri içeren Katlar öğretisine dönüştü.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:53   #45
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

PAFLİKYANLAR


Ermenistan 'da Hıristiyan inancı, II. ve III. yüz yıllarda hızla ilerlemiş ve III. yüz yılın sonlarında (287 yılında) ya da IV. yüz yılın basında (301 yılında), Hıristiyanlık resmi din olarak Ermeni ulusunca kabul edilmişti. Hıristiyan inancına bağlı akımlar, Kuzey-Bati yönünden "Helen Tipi " ve Güney-Bati yönünden "Suriye Tipi " biçimlerinde Ermenistan 'a girip tüm IV. yüz yıl süresince yan yana var olmuşlardı. Ayrıca pagan inançlar da Hıristiyanlığın kabul edilmesinden çok sonralarına kadar etkisini sürdürmeyi başarmıştı. Öteden beri süregelen Zerdüştçü ve Mazdeist kurum ve gelenekler de bir anda sökülüp atılamamıştı. Hıristiyanlığın tüm kültürel, sosyal ve politik gerekleriyle birden kabul edilmesinden sonra, Ermenilerin Bati 'ya yönelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Hıristiyan inancının korunması için eski inançlar zamanla Batili bir yaklaşıma dönüştürülmüştü. Bu düzeni sürdürmek için Ermenistan 'ın güçlü Hıristiyan komşuları sık sık Ermeni Kilisesinin yasam alanına müdahale etmişler, dogmatik çekişmelerde çeşitli gerekçelerle kendileri için elverişli olan çözümleri sağlamak için baskı uygulamışlardı. Bu gelişmelere rağmen, Ermeniler arasında artan Hıristiyan etki dalgasını dengelemek üzere politik ve dinsel akımlar ortaya çıkmıştı. Bir akım, pagan inançlarının yeniden canlanması için harekete geçerken, bir diğeri, Hıristiyanlığı denetimi altına almak isteyerek, Hıristiyan inançlarının en koyu bir biçimde savunmasını yüklenmişti. Ermeni Kilisesinin başlangıç tarihi, çok sayıda dinsel akımla birlikte, ruhban sınıfı karşıtı çekişmeler ve aralarındaki ilişkilerin belirlenmesi çok zor olan tarikatlar karmaşasını içerir. Bu tarikatların eğilimleri ya Hıristiyanlığın ahlak öğretisini asan, çarpıtan ve bu öğretiye karşı duran, ya da kilise uygulamalarından daha fazla bir tutuculuğu içeren aşırılıklara yönelmekteydi. Maniciler, Messalianlar, Montanistler, Tondraklar, Borboritler ve Paflikyanlar gibi çeşitli tarikatlar Ermenistan 'da verimli bir ortam bulmuşlardı.

Helenizm ve Gnosis

Hıristiyanlık, Kudüs 'ün I.S. 70 yılında yıkılmasından sonra kendini Yahudi etki alanından kurtarmış olarak, ancak çevresindeki Helenizm 'in inanç ve düşünceleriyle ilişki içinde bulmuştu. Bu yeni olgu, Hıristiyan inancını bozabilecek tehditler içeriyordu. İlk yılların Hıristiyan Kilisesinin ilk girişimi, kendini Helenizm ruhuna kolayca teslim etmemek için çabalamak oldu. Hıristiyanlık, Yahudi kalıbında kalsaydı yayılamayacaktı. Kolaylıkla Helen kültürünü benimsemiş olsaydı, yine günümüzdeki durumundan çok farklı bir konumda olacaktı. Gerçeklesen gelişim, erken Hıristiyan inancıyla Helenizm arasında beliren bir sentezdir. Helen dünyasında oldukça yaygın olan Gnostisizm, I.S. 80 ile 150 yılları arasında Hıristiyanlığın gizemci uygulamaları için kullanılmış bir ad olup, aslında Hıristiyan Kilisesinin en korkulacak rakibi durumundaydı. Gnostik akımınn yandaşları, Kilise 'nin basit inancını hiçe sayan gizli bir bilginin (Gnosis) sahibi oldukları savıyla ortalıktaydılar. Yeni-Platonculuk 'tan, Helenleşmiş Zerdüşt inancından ve Yahudilik 'ten aktarılmış sistematik bir öğreti durumuna ulasan Gnostisizm, bir tür kozmolojik yaklaşım ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, tinsel unsurların maddenin tutsaklığından zamanla kurtulması görüsünü içeriyordu. Bu düşünce, Basilides ve Valentinus 'un kurduğu Gnostik gruplarda, İsa 'nın insan biçiminde belirmesini reddetmeye kadar vardırılmıştı. Gnostisizm, Ermeni tarikatları üzerinde de önemli bir etkiye sahip olmuştu. Örneğin Messalianlar, Gnostisizmin etkisinde kalmış bir dilenci tarikatıydı. Önerdikleri köktenci inanç biçimi, dünyadan tümüyle koparak, insanin kurtuluşu sorunun çözümleneceği yolundaydı. Messalianizm, tam anlamıyla bu dünyaya ait her türlü çalışma ve etkinlik biçimlerinin inkârına dayanan bir dinsel akımdı.


Paflikyanlar


Manicilikten türemiş düalist bir Ermeni tarikatıdır Paflikyanlar. Paflikyan (Pavlikyan, Bavlikyan) ya da "Paulician " adının kökeni karanlıktır. Gibbon, bu adın "Aziz Pavlus 'un öğrencileri " anlamına geldiğini belirtir. Paflikyanların bu havari iç in besledikleri özel ilgi ve tüm Paflikyan önderlerinin Aziz Pavlus 'un öğrencilerinden birinin adını almaları bu görüsü desteklemektedir. Ancak, Paflikyanların düşmanları tarafından kullanılan biçimi ile "Paulikianoi " adı oldukça ilginçtir ve bu terimin "Samsat 'li Pavlus 'un izleyicileri " anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Samsat 'li Pavlus 'un öğretisi ile Paflikyanların hiçbir bağlantısı yoktur. Photius 'un aktardıklarına göre ise, Samsatlı Kallinice adli Manici bir kadın Pavlus ve Yohan adli iki oğlunu bu öğretiyi yaymak üzere Ermenistan 'a göndermiştir ve Paflikyanların adı iste bu Pavlus 'den gelmektedir. Ancak, bunun sadece bir öykü olduğu ve bu kişilerin gerçekten var olmadıkları tarihçiler tarafından ileri sürülmüştür. Konunun uzmanlarından Ter-Mkrttschian, Paulician adının Ermenice 'de "küçük Pavlus 'un izleyicileri " anlamına geldiğini belirtmekte, ancak bu küçük Pavlus 'un kim olduğu konusuna bir açıklık getirememektedir. Paflikyan adı ilk kez, 719 yılında Ermeni Kilisesinin Duin Sinod 'unda kullanılmış ve bu Sinod 'da "hiç kimse Paflikyan denilen kötü sapkınların evini ziyaret etmeyecek " biçiminde bir kural konulmuştur.


Paflikyanların Tarihi

Kendi adını Silvanus olarak değiştiren Mananali 'li Constantine, Colonia yakınlarındaki Kibossa 'da ilk Paflikyan topluluğunu bir araya getiren kişidir. Öğretisini yaymaya 657 yılında başlamıştır. Kendisi kitap yazmadığı gibi, tüm öğrencilerinin sadece İncil 'i esas almalarını istemiştir. Constantine 'den sonra Paflikyanların önderliğini Symeon-Titus üstlenmiştir. Aslında Bizans tarafından Paflikyanları yok etme görevi ile gönderilen Symeon, Constantine 'i 684 yılında öldürdükten sonra inancını değiştirmiş ve Paflikyanlara katılmıştır. Ne var ki, 690 yılında Symeon-Titus da, Bizans görevlileri tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra ciddi bir bocalama dönemi geçiren tarikat, 715 yılında Pavlus adli bir kişinin önderliğinde Phanaroea yakanlarındaki Episparis 'te yeniden toparlanmıştır. Akımin adının bu Pavlus 'tan kaynaklandığı da ileri sürülmektedir. Pavlus ölünce iki oğlu, Gegnesius-Timothy ile Theodore, önderlik için kavgaya tutulmuşlar ve Gegnesius, 717 yılında İstanbul 'a giderek imparator III. Leo ve patrik I.Germanius 'u kendisinin bir Ortodoks olduğuna inandırmış, bir imparatorluk birliği ile Mananali 'ye geri dönerek Theodore 'u yenilgiye uğratmıştır. Paflikyanların başına geçen Gegnesius bir süre sonra ölmüş, bu kez de onun iki oğlu, Zachary ve Joseph-Epaphroditius arasında kavga çıkmıştır. Kısa zaman sonra Zachary ve izleyenleri Müslüman orduları tarafından yok edilince, tüm Paflikyanlar yine Joseph 'in önderliğinde birlenmişlerdir. Joseph, tüm Anadolu 'da Paflikyan toplulukları oluşturmayı başarmıştır. Ne var ki, Joseph 'ten sonra basa geçen Vahan zamanında tarikat hem sayıca ve hem de etki olarak gerilemistir. Bu dönemde ortaya çıkan Sergius-Tychius adli bir kişi, Vahan 'dan ayrılarak, Paflikyan tarikatını güçlendirmek ve reforme etmek için harekete geçmiştir. Paflikyanlar, "Vahanitler " ve "Sergitler " olmak üzere ikiye bölünmüştür. Sergitler, kısa süre içinde başarılı olmuşlar ve rakiplerini neredeyse tümüyle ortadan kaldırmışlardır. Bu dönemde Paflikyanlar, Bizans İmparatorlugu 'nun bazen baskısı, bazen de koruması altında kalmaktaydılar. IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı uygulamıştı. III. Leo ve onu izleyen "Ikona Kirici " (Iconoclast) imparatorlar ise, genellikle Paflikyanlara sempati beslemişlerdir. I. Nicephorus, Paflikyanları Phrygia ve Lycaonia yörelerinde asker olarak kullanmak istemiştir. I. Michael, yeniden Paflikyanlara karşı şiddet uygulamasına başlamış, özellikle V. Leo, kendisinin de bir Paflikyan olduğu iddialarını yalanlamak amacıyla, müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde bir çok Paflikyan, Bizans 'tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Sergius 835 yılında öldürülmüştür. İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göç etmişlerdir. Artık Bizans 'ın kanlı düşmanı durumuna gelen Paflikyanlar, Müslümanlar tarafından desteklenmişlerdir. Tephrike 'de (Divrigi) bir kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna yükselmişlerdir. İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu 'yu boydan boya geçerek Efes 'e kadar gelmiş, İzmit 'i işgal ederek neredeyse İstanbul 'un karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Bu durum tarikatın askeri gücünü yok etmiştir. Paflikyanlar Anadolu 'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır. V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya 'ya, özellikle Filibe kenti ve çevresine göçe zorlamışlar ve Slavlara karşı askeri güç olarak kullanmışlardır. Dokuzuncu ve Onuncu yüz yıllar süresince Bizans yönetimi ve Kilisesi, Anadolu ve Trakya 'daki Paflikyanlar ile uğraşmış, onları Ortodoks inancına çekebilmek için sürekli çaba harcanmıştır. Ermenistan 'da Paflikyan hareketi, dokuzuncu yüz yılda Smbat adli bir kişinin kurduğu "Tondrak " tarikatı biçiminde varlığını sürdürmüştür. Trakya 'da ise zamanla yok olmuşlardır. Alexius Comnenus tarafından 1081 yılında Ortodoksluğa dönmeye ikna edildikleri ileri sürülmüştür. Onuncu yüz yıldan sonra, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak, öğretilerinin izleri bir çok yerde görülmüştür. Bulgaristan 'daki Bogomil tarikata Paflikyanların devamıdır. Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batıya doğru öğretilerini yaymışlar, Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir. Ermenistan 'da da Paflikyanlardan türeyen benzer tarikatların günümüze kadar varlıklarını sürdürdükleri kabul edilmektedir. Yüz yıllar sonra, 1717 yılında Lady Mary Wortley Montagu, İstanbul'a gelirken Filibe'de durakladığında, aynen şunları yazıyor: "Filibe'de kendilerine Paulin adını veren bir tarikat buldum. Bunlar eski bir kiliseyi göstererek Aziz Pavlus'un burada vaaz verdiğini söylüyorlar. Pavlus, bunların en makbul azizleridir..."


Paflikyanların Öğretisi


Paflikyan öğretisinin temel görüsü, maddi dünyayı yaratan ve yöneten Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasındaki ayrımdır. Paflikyanlara göre tüm maddi varlıklar kötüdür. Bu yaklaşım Paflikyanların, Manicilikten etkilenen akımlardan biri olarak kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koyar. Ancak, Paflikyan öğretisinde güçlü bir "Marcionist" etki de vardır. Eski Ahit 'i kabul etmezler, İsa 'nın yeniden doğacağına inanmazlar; Paflikyanlara göre İsa Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir melektir ve gerçek annesi göklerdeki Kudüs 'tür; İsa 'nın tüm eseri yaydığı öğretisidir; İsa 'ya inanmak insani son yargıdan kurtarır; gerçek vaftiz İsa 'nın sözlerini duymakla olur. Paflikyanlar haça değer vermezler, yalnızca İncil 'in bir kısmına inanırlar; İsa 'yı reddettiği için Aziz Petrus 'un mektuplarını dikkate almazlar; yalnızca Luka İncili ve Pavlus 'un mektuplarına değer verirler. Tüm resim ve heykellere karşıdırlar. Maddi dünyaya ait her şeyin sadece simgesel bir değeri vardır. Bu bakımdan, Paflikyanlar Kiliseyi de, Kilisenin geleneklerini, dogmalarını, kurumlarını, ruhban sınıfını da reddedişlerdi. Onlara göre, herkes kutsal metinleri okuyup yorumlama hakkına sahiptir. Paflikyanlar kendilerini kabul ettirmek için çok şiddetli bir misyoner etkinliği göstermişlerdi. Ayrıca korku duyulan savaşçılar olup, bu nitelik kuskusuz bulundukları bölgenin coğrafyasından kaynaklanıyordu. Zira Paflikyanlar, dinleri ve uygarlıkları ayıran bir sinir üzerinde yer alıyorlardı. Akımin bu militan görünümü, toplumsal alanda da radikal bir ideoloji ile kokuttu. Yeryüzünde tüm tinsel yetkeyi reddettikleri için, dünyasal iktidar ve politik hakların varlık nedenini de inkar ediyorlardı. Böylece, dinsel düzeydeki eşitlikçiliğe, toplumsal düzeyde de bir eşitlikçi anarşizm eklenmekteydi. Paflikyanlara göre, tüm Kilise hiyerarşisi kötüdür, ayni biçimde tüm ayinler ve kutsal eşyalar da reddedilmelidir. Örgütlenmelerinde en önde gelen kişiler, tarikatın farklı yörelerdeki kurucularıdır. Bu kurucu azizler, genellikle adlarını Aziz Pavlus 'un görencilerinden alırlar ve onların yeniden dünyaya gelmiş ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerler. Azizlerden sonra, bir konsil oluşturan "synechdemoi " (yoldaşlar) ile toplantılarda düzeni sağlayan "notarioi " gelir. Toplantılarını kiliselerde değil, "proseuchai "nde (dua evleri) yaparlar. Baskı altındayken inançlarını saklamanın ve hatta reddetmenin doğru olduğuna inanırlar. Bu nedenle, dışardan Kiliseye bağlı bir görünüm sunarken, gizlice Paflikyan inançlarını sürdürebilmişlerdir. Ülküleri, tüm irk ayrımlarını giderecek olan inananların tinsel birliğine ulaşmaktır. Düşmanları Paflikyanları sürekli ahlaksızlıkla suçlamışlardır. Hatta dua evlerinde bile ahlâksız davranışlarda bulundukları ileri sürülmüştür. Kendilerinin "Hıristiyan " adından başka bir adla çağırılmalarından hiç hoşlanmazlar. Harnack 'a göre Paflikyanlar, "Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığı reddeden, hiyerarşi karşıtı düalist Puritanlardır ". Gibbon 'dan beri Paflikyanlar, ilk ve saf Hıristiyanlığı sürdürmeye çalışan, düşmanları tarafından baskı ve ıstırap altında yasamak zorunda bıraktırılmış, İncil 'e bağlı iyi insanlar olarak kabul edilmektedirler. Conybeare, Paflikyanları Adopsiyonistler 'in devamı olarak nitelendirir.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:53   #46
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

TAPINAK ŞÖVALYELERİ



Tarihin en gizemli topluluklarından biri de hiç kuşkusuz Tapınakçılar'dır. Fransızca'da "Templiers", İngilizce'de "Templars" olarak adlandırılan bu şövalyelerin gizemi günümüzde de varlığını korumaktadır. Özellikle de Mason Cemiyetlerinin bu şövalyelere sahip çıkmaları günümüzde de süregelen bir ilgiye kaynaklık etmektedir.

1099 yılında Kudüs ve Filistin'deki kutsal yerler Haçlılar'ın eline geçmişti. Ancak Haçlı kuvvetlerinin burada güven içinde olduklarını söylemek çok güçtü. Buradaki Müslüman kuvvetler, özellikle de 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra akın eden Türkler Haçlıları güç durumda bırakmaktaydılar. Bölgeye Hıristiyan hacı adaylarının da sürekli gelmesi bölgede özel güvenlik önlemlerinin alınmasını gerektirmekteydi. Hacı adayları ya fanatik Müslümanların ya da etraftaki haydutların kurbanı olmaktaydılar.

Bölgede güvenlik sağlanması ve hacı adaylarının güven içinde seyahatlerinin gerçekleştirilebilmesi için -kaynaklara göre- dokuz şövalye Fransa'da, Champagne bölgesinde, Hugues de Payns önderliğinde toplanmışlardır. Elimizdeki kayıtlara göre bu şövalyeler Hugues de Payns, Geoffroy de Saint-Omer, André de Mantbard, Payen de Montdidier, Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare'dir.

Hac yollarının emniyeti için yola çıkıp Kudüs'e varan bu şövalyeler, kral II.Baudouin tarafından çok iyi karşılanmış ve kendilerine şehirde bir yer tahsisi edilmiştir. Bu yıllar, 1119 -1120 yılları, tarikatın aynı zamanda ilk yıllarıdır. Tarikatın bu yıllardaki adı ise "İsa'nın Yoksul Şövalyeleri"dir. Birkaç sene sonra ise kral II.Baudouin, oturmakta olduğu ve Süleyman'ın Tapınağı olarak bilinen yeri terk etmiş ve burayı bu şövalyelere tahsis etmiştir.

İsa'nın Yoksul Şövalyeleri'nin adı ise bundan böyle "Tapınakçılar" olarak anılmaya başlamıştır. Takip eden yıllarda Tapınakçı şövalyelerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. Artık savunmaya ihtiyaç duyan hacıların korunmasın üstlenmek isteyen şövalyeler kendilerini Tapınakçıların arasında bulmaktadırlar. Özellikle Hayfa Limanı ile Kudüs arasındaki yolun korunmasını Tapınakçılar üstlenmiştir. Tapınakçıların sayılarının artması artık Saint Augustin'den esinlenerek konulan kuralların yerine yeni, bu tarikata mahsus kuralların konulması gerektirmişti. 1127 yılında Hugues de Payns beş arkadaşı ile birlikte Roma'ya, papa II.Honorius'u ziyarete gitmiş ve bu topluluk papa tarafından dini bir örgüt olarak tanınmış ve 13 Ocak 1128'de kurallar konulmuştur. Latince olan bu kurallar "Latince kurallar" olarak geçer.

12 yıl sonra uygulanacak olan "Fransızca kurallar" ise bunlardan çok az farklıdırlar. Aslında Tapınakçıların tanınmasında ve kuralların konmasında, daha başka bir deyişle tarikatlaşmasında önemli bir isim rol oynamıştır: Saint Bernard de Clairvaux. 1090 doğumlu olan Saint Bernard de Clairvaux, genç yaşlardan beri çevresinde tanınmaya başlanmış, gerek davranışları gerekse de din kültürü ile ünü yayılmıştır. 1153 yılındaki ölümüne kadar etrafında hem sevgi dolu bir din adamı hem de karizmatik bir lider olarak saygı görmüştür.

20 Ağustos'taki ölüm tarihi, ona ait bir kült gününe dönüşmeye başladığında ise kilise müdahale etmek zorunda kalmıştı. Saint Bernard de Clairvaux gibi önemli bir kişiden destek alan Tapınakçılar böylece hem savaşçı şövalye olarak hem de dindar rahipler olarak kendi kurallarını uygulamaya başlamışlardır. Tapınakçılar ayrıca kendilerini diğerlerinden ayırmak için beyaz elbiseler de giymeye başlamışlardır. Tapınakçıların kıyafetlerinin en belirgin özelliği ise beyaz elbisenin üzerinde bulunan kırmızı haçtır.

Tapınakçıların Büyümesi

Zaman içinde Tapınakçılara bir çok şövalye katılmış ve örgüt büyümeye başlamıştır. 1147 yılında tarikatın ikinci Üstadı Robert de Craon öldüğünde sadece Kudüs'te 700 şövalye ve onlara hizmet eden 2400 kişi vardı. On üçüncü yüzyılda bir çok eyalette varlık göstermekteydiler. Bunların arasında Provence, Bourgogne, Catalogne, Portekiz, gibi yerler de vardı. Filistin'de üç büyük eyalete bölünmüşlerdi: Kudüs, Tripoli ve Antakya.

Bu yüzyılda Tapınakçıların 3468 adet şatoları vardı. Tapınakçılar hem asker hem rahip oldukları için kadınlarla ilgilenmezler, boş vakitlerinin çoğunu ibadetle geçirirlerdi. Tapınakçılar hem birtakım ayrıcalıklara sahip oldukları için hem de güvenilir oldukları için kutsal topraklara giden haçlıların paralarını da taşıyorlardı.

Tapınakçılar ayrıca hem katılanlardan gelen gelirle hem bağışlarla iyice de zenginleşmişlerdi. Bunun dışında söylentilere göre Tapınakçılar civardaki Müslümanlardan da para almaktaydılar. Tapınakçılar bu arada Orta Doğu'da ve İberya'da bir çok savaşlara katılmış ve başarılar da sağlamışlardı. Sonuç olarak, Tapınakçılar Haçlı Seferleri ve Hıristiyan Krallıkları döneminde güçlerinin doruğuna çıkmışlardı. Ancak bu etrafta söylentilerin doğmasına da neden olmaktaydı.

Bu suçlamalar arasında birbirlerini kalçalarından ve kaba etlerinden öpmeleri, eşcinsel ilişkide bulunmaları, haça tükürmeleri, Bafomet adı verilen bir puta tapmaları da vardı. Uzun mahkemelerden sonra Tapınakçıların sonu ateşte yanarak gelmiştir. Ancak ölümlerinden ve tarikatın yok olmasından sonra da haklarında söylentiler devam etmiştir.

Tapınakçıların Gizemleri

Tapınakçıların gizemleri daha tarikatın kuruluşu ile başlar. Aslında tarikat kurulduğu andan itibaren ezoterik bir karakter göstermiş ve amacını saklamıştır. Tarikatın ezoterik karakteri mühründe de görülmektedir. Aynı ata binmiş iki şövalye şeklindeki bu mühür değişik araştırmacılar tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır.

Bazı araştırmacılar bu sembolü birbirini kollayan iki şövalye olarak yorumlarken bazıları da bunu tarikatın ilk yıllarındaki fakirliğini belirttiğini iddia etmişlerdir. Aslında bu mühür, Saint Bernard'ın da «çarpışma iki yönlüdür, yeryüzünde ve gökyüzünde» şeklinde belirttiği gibi, misyonun maddi ve manevi olan iki yönünü temsil etmektedir. Bir başka deyişle görünüşteki amaçları Kutsal Topraklara giden hacılara yardım etmek olan tarikatın aslında bir de ruhsal bir amacı vardı.

Tarikatın ezoterik yönünün bir başka göstergesi de inisiyasyon törenleridir. Bu törenler bütün ezoterik topluluklarda görülen törenlere benzemektedir. Aday kabul edilmeden önce çeşitli sınavlardan geçmektedir. Bu sınavların tam olarak neler olduğunu bilemesek de dört elementle ilgili bir takım törenler olduğunu, bazı moral değerlerin sorgulandığını öğrenmekteyiz.

Bu sınavları geçen adayı, geceleyin, on iki şövalye beklemekteydi. Dışarıda bekleyen adaya şövalyeler niçin kapıya geldiğini üç defa sorarlar, yanıtını kabul edince içeri alırlardı. Tarikata kabul edilme ise törenle olmaktaydı. Tarikatın bir ilginç karakteri de o zamanki Orta Çağ düşüncesinden farklı düşünsel yapısı idi. Ezoterik düşünceye olan yatkınlığı Tapınakçıları diğer tarikatlardan ayırtmakta ve etrafta yanlış anlamalara yer vermekte idi.

Tapınakçıları tam bir ezoterik topluluk olarak düşünmek doğru olmaz ancak tarikatın zaman içinde böyle bir karakter aldığını ve diğer ezoterik topluluklara kaynak olduğu için bu özelliğinin fazla abartıldığını söyleyebiliriz.

İsa Hakkındaki Görüşleri

Tarih boyunca süregelen rivayetlere göre Tapınakçıların İsa hakkındaki görüşleri Hıristiyanlıktan çok daha farklıdır. Yaygın olan bir rivayete göre Tapınakçı şövalyeler Johannit mezhebe mensupturlar. Bilindiği gibi, Hıristiyanlık tarihine baktığımızda İsa'nın gelişinden önce Vaftizci Yahya'nın kişiliğinin öne çıktığını görürüz. Ancak Yahya, kabul edilen İncillerde İsa'nın geleceğini müjdeleyip onun vaftiz olmasını sağlayan bir kişidir sadece.

Hatta Matta İncilinde Yahya şöyle der: «Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O'nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh ve ateşle vaftiz edecek.» Ancak zaman içinde bazı topluluklar Yahya'yı İsa'dan daha önemli tutmuşlar hatta bu düşüncelerini çağlar boyu, İsa betimlemelerinde aslında Yahya'yı resmederek sürdürmüşlerdir. Aslında Tapınakçıların Johannit olduklarına dair çok da somut deliller yoktur, ancak kendilerine yöneltilen birtakım suçlamalarda Johannit mezhebe yöneltilen suçlamalara benzer suçlamalar vardır.

Son yıllarda yapılan araştırmalar ise, biraz zorlamalı da olsa, bazı Tapınakçı sembollerinde Johannit mezhebine ait izler bulmaktadırlar. Tapınakçılara yakıştırılan başka inanışlara göre de Tapınakçılar İsa'nın Thomas isimli bir ikizi olduğuna ve yeniden dirilmenin ancak böyle gerçekleştiğine inanmakta ve ayrıca Maria Magdelena'nın İsa'nın karısı olduğunu öne sürmektedirler.

Müslümanlarla İlişkileri

Haçlı seferleri sırasında kutsal topraklara giden haçlılar içinde Müslümanlar ile en yakın ilişkileri kuranlar Tapınakçılardır. Söylentilere göre Tapınakçılar Müslümanlardan para da almaktadırlar. Tapınakçıların en çok ilişki kurdukları topluluk ise İsmailliye mezhebinden türeyen Haşhaşiler'dir.

Haşhaşiler (Batıda "Assasin" diye anılırlar ve katil anlamına gelen bu sözcük buradan türemiştir.) Hassan Sabbah'ın Alamut kalesini almasından sonra buraya yerleşen müritlere verilen isimdir. Haşhaş içtikten sonra cinayet işledikleri öne sürülen bu topluluk aslında dejenere olmuş bir ezoterik öğretiye bağlılardı. Ancak Hassan Sabbah'ın kişiliğinden de kaynaklana nedenlerle siyasete de karışan Haşhaşiler Tapınakçıların ezoterik İslam'ı tanımalarında etkili olmuşlardır.

Tapınakçılar Müslümanlarla ilişki kurdukları için çok suçlanmışlar, hatta Tapınakçıların taptığı ileri sürülen Bafomet/Bahomet adlı putun aslında Mahomet (Muhammed) sözcüğünden geldiği ve Tapınakçıların Muhammed'e taptıkları söylenmiştir. Aslında Orta Çağ'da Batı'da Müslümanların Muhammed'e taptıkları zannedildiği bilindiğinden Tapınakçıların Müslüman olmakla da suçlandıklarını düşünebiliriz.

Bu arada Johannit mezhepler de, Özellikle de İstanbul ile olan alakadan ötürü üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Kaba hatları ile tarihini anlatmaya çalıştığımız Tapınakçıların gizemleri bugün hala gündemde. Yazılan bir çok kitapta Tapınakçıların bir çok "sırra vakıf " oldukları, tapınağın anahtarına, Kutsal Kab'a, Ahit Sandığı'na, bilmem hangi hazinelere sahip oldukları sürekli yazılmakta. Bazı cemiyetler ise bu topluluğu gereğinden fazla abartmaktadır.

Sağlanan bütün başarılara rağmen doğuda Latin krallıkları çok uzun ömürlü olamamışlardı. 16 Haziran 1291'de son kale de Müslümanların eline geçtiğinde sadece 16 Tapınakçı şövalye kalmıştı. Kalan şövalyeler ise Fransa'ya yerleşmişlerdi. Belli bir amaç için kutsal topraklarda toplanan Tapınakçı şövalyelerin Fransa'da tarikatın varlığını sürdürmelerine için hiçbir neden yoktu. Artık tarikat ömrünü tamamlamıştı. Ancak şövalyeler bunu kabul etmek bir yana zenginlikleri ile ayrıcalıklı bir konumda varlıklarını sürdürüyordu.

Tapınakçı şövalyelerin bu zenginliği, paraya ihtiyacı olan Fransa kralı Güzel Philippe'nin (Philippe le Bel) dikkatini çekmekteydi. Bu arada Tapınakçı şövalyeler hakkında çıkan söylentiler de kralın içini kolaylaştıracak gibi durmaktaydı. Sonunda kral ustaca bir komplo ile 13 Ekim 1307'de Tapınakçı şövalyelerin büyük bir bölümünü tutuklamayı başardı. Aralarında Büyük Üstad Jacques de Molay'ın da bulunduğu bu grup büyük işkenceler maruz kalmış ve kendilerine atfedilen suçlardan büyük bölümünü kabul etmişlerdir.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:53   #47
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

Kabile Dinleri


Namba Dini


Namba Dini Güney Pasifik'te Malekula adasında yaşayan İlkel Nambalar kabilesinin dinidir. Nambalar kabile erkeklerinin cinsel organlarını örtmek için kullandıkları püsküle ”namba” denildiğinden dolayı bu ismi almışlardır ve ilkel bir yaşam sürerler. Kabile Büyük ve Küçük Nambalar olarak iki gruba ayrılırlar.

Nambalar, tabiat üstü güçlere inanmaktadırlar. Bunların en üstünde, her şeyin yaratıcısı ve yönlendiricisi “ Tana” adı verilen bir yüce kudrete inanmaktadırlar. Bunun yanında “iyi ve kötü ruhların” her zaman kişilerin çevresinde bulunduğu ve her davranışı kontrol ettiğine inanırlar.

Hastalık bela ve ölümlerin sebebi ”kötü ruhlardır.” Kişinin hastalanması; vücuduna “kötü ruhun” girmesiyle, kabile törelerine uymamakla veya kabile reisine saygısızlıkla açıklanmaktadır. Ölüm, kötü ruhların en ağır cezası olarak değerlendirilmektedir. Ölüm törenleri sıradan insanlar ve kabile reislerine göre farklılık göstermektedir. Reislerin iskeleti gömülmeden bırakılmaktadır. Ölümden sonra yüz gün süreyle yas tutulmaktadır.





Dinka Dini

Dinkalar Güney Sudan' da yaş;ayan bir gruptur. Dinka Dini tipik bir kabile dinidir. Diğer kabile dinlerinde olduğu gibi evrensel değildir,sadece kendi kabilesi tarafından inanılır,herhangi bir kutsal kitabı veya kurucusu yoktur.

Dinkalar cok (kuvvet) dedikleri insanüstü kuvvetlerin varlığına inanırlar.. Bu kuvvetlere bazen “Nhialik” de (göktekiler) derler.Onlara dua eder, hediyeler sunarlar.Onların kendileriyle yakından ilgilendiğine inanırlar.Ancak Dinkalar, Nhialik' i yukarıda zikredilen insanüstü kuvvetlerin en büyüğü için “ş;ansi” ad olarak kullanırlar. Onu yaratıcı olarak görür, kendilerine hayat , kuvvet ve sağlık verdiğine , yağmur yağdırdığına inanır,ona dua ederler. Duaları, devamlı tekrarladıkları cümleler halindedir.

Günümüzde Dinkalar Sudan'da yaklaşık 1.000.000'a varan nüfuslarıyla "mızrağın efendileri"nin yönetiminde yaşamlarını sürdürmektedirler.

İnekler Dinkaların hem sosyal hem de dini yaşamlarında önemli bir yer tutar.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:53   #48
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

ŞAMANİZM

Şamanizm, insanlığın belki de en eski dinlerinden biridir. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir.Şamanizm ' in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.. Yakutlarda erkek Şamanlar özel cübbeleri bulunmadığı zamanlarda kadın entarisi giyerek ayin yaparlar. Şamanların çoğunun saçlarını uzatma nedenlerinden biri de budur


İnanç ve İbadetleri


Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Altay Türklerine göre "Aydınlık Alemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder.Yeryüzünü, yani "Orta Dünya"yi insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

Eski Türklerin de inandığı din Şamanizm ' di. Bu Şamanizm,Yakutlar ve Altaylar'da yaşayan ilkel Şamanizm aşamasını bir süre sonra geride bırakmış, gelişmişti. Avcılık ve ilkel tarımla dar bir bölgede yaşayan boyların inanışlarıyla, büyük devletler kuran, Çin Duvarı ' yla Bizans arasına yayılmış halkların inanışları aynı kalmamıştı.

Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta-Asya Şamanizm ' inin temelleri Gök-Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir.Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren,dünya,insan,hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök,yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. İşte bu yüzden Asya 'nın Şamanist göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturmaktadır. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atın bağlandığı direğin yanında, bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür.

Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesi. Şamanist olan birisi kendini, baba, dede, ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar (Atalar kültü). Bununla birlikte, söz konusu bu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir, ki bu durum varoluşun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanin görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır.

Şaman Kimdir? Kimler Şaman Olabilir?


Şaman dininin ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. Şaman sözcüğü Türkçe kökenli değildir. Türkler Şaman yerine kam sözcüğünü kullanırlardı. Avrupa'da 18.yüzyılda kabul edilen Şaman sözcüğü, Rusların, Kuzey Sibirya'da Tunguzlardan öğrendiği bir sözcük. Aslında bu sözcüğün kökeni hâlâ tartışmalı. Bazı bilim adamları sözcüğün Pali dilinde bulunan "şamna" olduğunu, Sanskritçe'de bulunan "çramana" ile aynı kökten geldiğini ileri sürüyorlardı. Bazıları da bu sözcüğün Mançu ' ca olduğunu,"zıplayan,dans eden" anlamına geldiği görüşündeler. Bir başka teori de Şaman sözcüğünün Buda inanışına ait bir sözcük olduğudur. Firdevsi'nin sehname'sinde geçen "Semen" (Buda rahibi) sözcüğü dolayısıyla Şaman sözcüğünün Hindistan kökenli olduğu söylenir.

Kasgarlı Mahmut'tan öğrendiğimize göre kamlar, Müslüman Türkler zamanında da unutulmuş değil. Divan-i Lugat-it Türk'te "Kamlar kamik arvisti: kamlar (ayin sırasında) anlaşılmayan bir takım sözler söyledi." gibi cümlelere rastlanmaktadır. Benzer biçimde Balasagunlu Yusuf Has Hacib, "Kutadgu Bilig" adli eserinde kamlarla hekimleri (otacıları) bir tutmuş, ikisini de insanlar için yararlı isler yapan kişiler olarak göstermişti. Bir yerde söyle der: "Kerek tut otaçi, kerek kam, öligligke her giz asig kilmaz em. (Gerek hekim tut, gerekse kam, eceli gelene ilaç fayda etmez.)

Şaman (kam), tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. İnsan, ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kurbanlar ve saçılar sunabilirse de, kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan başvuramaz. Kötü ruhlar insanların en büyük düşmanlarıdır. İnsanlara ve hayvan sürülerine hastalık göndermek suretiyle kurban isterler. Bunların istediklerini yerine getirmek gerekir. İnsanlar onların ne istediklerini bilmezler. Ne istediklerini ancak gücünü göklerden ve atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilir.

Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şamanın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş ataların ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhu musallat olan adam Şamanlığı kabul etmezse deli olur.


Şaman Davulu


Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakasya 'da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hakasyalı bir araştırmacı olan Katanov, Minusinsk Tatarlarından aldığı bilgilere göre Şaman davulunu anlatır. Buna göre davulun önemli üç bölümü vardır: içi, dışı ve tokmağı.

Davul, bir arşın çapındadır. İskeleti genellikle sepet yapımında kullanılan söğütten yapılır ve at derisiyle kaplanır. Davulun içinde dikey olarak duran sapı genellikle kayın ağacından yapılır. Sapta mars denilen, kamın yer altı dünyasında yaşayan erliklerin lideri Erlik Han 'a ulaşmasını sağlayan on iki delik bulunur.

Deliklerin arasındaki kabartmalar, kamın uçarak ya da yürüyerek geçmek zorunda olduğu dağ sıralarını temsil eder. Sapın üst kısmında, enlemesine kamın kendisinin ya da hastasının düşmanlarını püskürttüğü yay kirişi olarak adlandırılan sopa bulunur.

Bu demir sopaya hastanın içindeki kötü ruhları kovan on sekiz kadar demir çıngırak bağlanır. Ayrıca, kamın habercilerini temsil eden iki çan da demir sopaya bağlanır. Davulun üst kısmında hastanın düşmanlarını temsil eden dört ya da altı demir kanca tutturulmuştur. Demir sopaya kamın kudretini simgeleyen bez parçalari asılır. Bu bez parçaları genellikle kamın hastaları tarafından bağlanır. Erlik Han'a herhangi bir hayvan adandığında bu hayvana demir sopadan alınan iki üç bez parçası bağlanır. Adak hayvanın boynunda asılı duran bu bez parçaları onu kötü güçlerden korur.

Davulun üst kısmında yedi renkli gökkuşağı tasvir edilir. Gökkuşağının iki ucundan da, iki geniş kare şeklinde merdiven sarkar. Bu merdivenle kam, Kan Kuday'in huzuruna çıkmak için gökyüzüne yükselir. Kan Kuday'in önünde beyaz boyayla çizilen iki kayın ağacı vardır. Kam, gökyüzüne yükselerek Kan Kuday'dan hastayı iyileştirmek ya da ya da öldürmek için emir alır. Gökkuşağının altında ışık saçan iki daire vardır. Ayrıca 14-18 kadar yıldız bulunur. Merdivenin üst kısmındaysa beyaz renkle yedi dağ kızı resmedilmiştir. Bu kızlar eğer ruh erkekse onu uzaklaştırmada kama yardım ederler. Kız figürlerinin yanında iki kuş tasviri vardır. Kam bu iki kuşla göğe yükselir. Davulda bundan başka kırmızı renkte at, süvari ve keçi bulunur. Kızıl at üzerindeki Kızıl süvari, erliklerden biri olan Kızıl adakların basında gider. Beyaz renkle çizilen beyaz at üzerindeki atlı Kuday'a gider. Davulun ortasındaki üç çizgi bu dünya ile öte dünyayı ayıran bir tabakadır. Davulun alt tarafında, kutsal koyunları himaye eden kurbağa resmi vardır. Ayrıca on sıradağın ardında, kara ve altın denizin kıyısında yaşayan hayvanları sulamak için altın oluğu ve at bağlamak için altın direkleri bulunan Erlik Han ' ın kötü ruhları yargıladığı yere götüren yılan ve kertenkelenin resmi yer alır. Bu deniz doğudadır, kurbağa, yılan ve kertenkele, koyunlara dokunmak isteyen kötü ruhları korkutur. Aynı şekilde su iyelerini temsil eden iki balık tasvir edilir. Balıkların iç hastalıkları iyileştirdiğine inanılır. Eğer kam kötü ruhlardan daha güçlüyse onları dağ ruhlarının Haninin yaşadığı dokuz denizin sonuna kadar sürebilir, eğer kam zayıfsa, yolun yarısından döner ve balık hastayı yeniden alt eder. Bunun dışında davulun üzerinde kötü ruhların yaklaştığını kama haber veren kara ve ala renkli iki köpek resmi vardır.

Davulun alt tarafında yedi at ve yedi insan tasvir edilir. Bunlar Erlik Han ' ın hizmetçileridir. Bütün kötülükler yeraltı dünyasında yasayan Erlik Han'dan kaynaklanır. Davulda yine kırmızı renkle kama kamla mayi öğreten kam resmedilmiştir. Öldükten sonra kaynayan denize doğru gittiği düşünülen kam tasvirinin uyuz hastalığını tedavi ettiğine inanılır. Davuldaki tavşan resmi, kamın aletlerinin koruyucusunu simgeler.

Davulun üzerinde "meme" diye adlandırılan altı kabartı vardır. Bunlar kamın aletlerinin koruyucusu sayılan ruhu besleyip koruma işlevini üstlenir.

Bir önemli öğe de tokmaktır. Tokmak, ya tavşan derisiyle kaplanarak söğüt dalından; ya geyik kemiği ya da boynuzu ya da kayın ağacından yapılır. Tokmağın sapına hastaya gelen kötü ruhları kovmak için kamçı görevi üstlenen bez ve deri parçaları yapıştırılır.

Şamanlar ayin yapmak için davul kullanırlar; fakat zaman zaman bunun yerini kopuzun aldığı da görülmüştür. 11.yüzyıl tarihçilerinden Gardizi, eski Yenisey Kırgızları ' nın Şaman ayinlerinde saz çaldıklarını söyler. Eski Oğuzlarda, İslam ' ın kabulünden sonra Şaman geleneklerini sürdüren ozanlar kopuzu kutsal saymışlardır. Sözgelimi, Dede Korkut her öykünün sonunda kopuzuyla gelir, ad verirken, dua (alkış) ederken kopuz çalar.

Şaman davulunun asıl kısmı olan ağaç ve demir parçalar asla değiştirilmez. Derisiyse değiştirilebilir. Biri ölen evde bulunan davul, Erlik'in elçisi Aldaçi'nin yaklaşmasıyla kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş sayılır. Kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş davulların derisi derhal değiştirilir. Tedbirli davranmak isteyen Şamanlar ve ev sahipleri, hastanın öleceği anlaşıldığı zaman Şamana ait eşyaları evden çıkarırlar.

Her davul Şamanın ölümünden sonra ormana götürülüp parçalanır ve bir ağacın dalına asılır. Şamanın ölüsü de bu ağacın dibine gömülür.


Şaman Giysisi


Şaman için davuldan daha önemli bir şey varsa o da Şaman giysisidir. Geleneğe uygun bir elbise hazırlamanın zor geldiği kamlar, ruhların özel izinleriyle birkaç yıl cübbesiz ayin yaparlar. Fakat cübbesiz kamlar kötü ruhlara karşı fazla cesaret gösteremezler. Bunun için kamlar ne yapıp edip Şaman kıyafeti edinirler. Şaman, cübbe ve davulunu kendi arzu ve isteğiyle değil, hizmetinde bulunduğu ruhun emir ve ilhamına göre yaptırır. Cübbe ve davulun nitelikleri ve biçimi, süsleri bütün ayrıntılarıyla bu ruh tarafından belirlenir. Ruhun istediklerinden en ufak biri bile eksik kalsa cübbe ve davul ayin yapmaya yaramaz. Giysi hazırlandıktan sonra özel bir törenle ruhların beğenisine sunulur.

Şaman cübbesi gelenek olarak otuz parçadan yapılmış sayılsa da gerçekte altmışa yakın çok çeşitli parçaya sahiptir. Cübbenin asıl kısmı maral ya da beyaz koyun derisinden yapılan ceketten ibarettir. başka parçalar bu cekete dikilir. Bu parçalar Şamanların ruhlar dünyasında bulunduğunu düşündüğü varlıkların sembolleridir. Sözgelimi cübbenin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen'in dokuz kızını, küçücük cübbeler onların elbiselerini temsil eder. Kötü ruhlarla mücadelede kullandığı "manevi" yayın ve diğer silahların sembolleri, küçücük yay ve çıngıraklardır.Kötü ruhların fısıltılarını dinlemek için kulak, ay, güneş yıldızlar, Erlik dünyasında yaşayan kurbağalar, yılanlar cübbede tasvir edilir.

Şamanın cübbesiyle birlikte külahı (börk)da hazırlanır. Külahın esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan olur, etrafına da üç tane düğme konur. Astarı kaba ve adi kumaştandır. Külahın üç yerine vaşak derisi dikilir; bunlardan biri göz, biri alın ortası biri de ense hizasına konur. Böylece Külahın üç kısmı olur ki buna "üç üyelüü kuspörük" (üç boğumlu kuskülah) denir.Göz üzerindeki kısma türlü türlü boncuklardan diziler konur. Her dizide beş boncuk ve ucunda bir yılan başı bulunur. Dizilerin sayısı 5,9 ya da 16 olabilir.


Günümüzde Şamanizm ve Diğer Dinlere Etkileri


Kitaplı dinler olarak kabul edilen dinlerin hiçbiri eski yerel inanışların etkisinden kendilerini arındırabilmiş değil.Dünyanın her yerindeki Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın farklı olmasının en önemli nedenlerinden biri eski inanışların bu dinlere eklenmiş olması.

İslam dinini kabul etmiş Türkler için de bu durum geçerliliğini korumakta.Türklerin inanışlarında bugün bile Şaman geleneğinin izlerini görmek olası. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atin kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak gibi gelenekler bunlardandır. Ayrıca uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için çocuklara Yasar, Durmuş, Duran,Satılmış, Sati gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanması gibi adetler bu kapsamda değerlendirilir.

Şamanizm günümüzde Türkler ve diğer Orta Asya halklarının hayatını değişik oranlarda etkilemeye devam etmekle birlikte halen Orta Asya ' da başlı başına bir din olarak devam etmektedir. Tatarların bir kısmı Özellikle Hakasya Türklerinin hemen hemen tamamen Şamanisttir. Günümüzde Rusya, Moğolistan, Tacikistan,Kazakistan gibi ülkelerde Şamanist topluluklara rastlanmaktadır. Sayıları gittikçe azalmakla birlikte günümüzde yaklaşık olarak 650.000 kadar taraftarı olduğu tahmin edilmektedir
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:53   #49
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

Maori Dini


Maori Dini Güney Pasifik Okyanusu Adalarında yaşayan Polinezyalılardan bir grubun (Maoriler) inandığı kabile dinidir ve mahalli bir özelliğe sahiptir evrensel değildir. Maori Dini' nin kutsal bir kitabı veya yazılı bir kaynağı olmadığı gibi din kurucusu da yoktur.

Maoriler Yüce tanrılarına "Lo" derler. Lo'nun, her şeyden önce var ve her şeyin kaynağı olduğuna , yerde ve gökte yaşayan her şeyin içinde bulunduğuna inanırlar. Lo, bütün tanrıların en büyüğüdür. Onun adını ancak rahipler söyleyebilirler.

Maorilerde ibadet, rahiplerin onlara öğrettiği ilahi tarzındaki özel dualardan ibarettir. Hep beraber bu duaları okur. Maoriler günümüzde Avustralya ve Yeni Zelenda'da yaşamaktadırlar.Yeni Zelenda nüfusunun %10-11'ini oluşturan Maorilerin dünyadaki toplam sayıları 370.000 kadardır.




Ainu Dini

Ainu Dini tipik bir kabile dinidir. Ainular, Japonya'nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar Diğer kabile dinlerinde olduğu gibi evrensel değildir,sadece kendi kabilesi tarafından inanılır,herhangi bir kutsal kitabı veya kurucusu yoktur.

Ainular göğün en yüksek bulunduğunu kabul ettikleri "Kando-kora Kamui" dedikleri bir yüce Tanrı'ya inanırlar. Çok uzakta kabul ettikleri bu yüce varlıktan başka çok sayıda Tanrı ve ruhlara saygı gösterirler. Bu ruhların bazılarının iyi bazılarının kötü olduğunu kabul ederler. Bunun sonucu, fetiş kullanma ,fal,cin çıkarma,büyü, atalara tapınma,bu dinin nitelikleri arasında göze çarpmaktadır.Ainular, ahirete ve Yüce Tanrı önünde muhakemeye inanırlar.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Alt 20/09/08, 11:54   #50
By_Espr!C
Guest
 
By_Espr!C - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Mesajlar: n/a
Standart

Tanrı ve Dini Reddeden Topluluklar




ATEİZM

Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe’de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir.

İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar.

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı’ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.

Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir.

Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.

Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır.

Mutlak Ateizm

Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır.

Teorik Ateizm

Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır.

Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.

Pratik Ateizm

"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.

Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.

İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

İdeolojik (Materyalist) Ateizm

Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği’nde ve halâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir.
  Alıntı ile Cevapla
Konu Sayısı: 4049
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz Aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 02:05 .


Powered by vBulletin
Copyright © 2000-2007 Jelsoft Enterprises Limited.
Sitemap
6, 5, 3, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 113, 16, 17, 18, 19, 81, 20, 27, 22, 23, 24, 25, 26, 48, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39, 43, 136, 40, 58, 45, 42, 44, 46, 47, 53, 54, 55, 56, 57, 59, 60, 70, 61, 62, 63, 64, 65, 66, 68, 69, 71, 72, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 82, 83, 96, 84, 85, 86, 87, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 95, 98, 97, 100, 101, 102, 103, 106, 104, 105, 112, 109, 108, 107, 110, 111, 114, 115, 118, 116, 117, 119, 148, 154, 124, 165, 122, 120, 123, 121, 150, 153, 125, 128, 129, 131, 132, 133, 134, 135, 137, 138, 139, 140, 141, 142, 143, 144, 145, 146, 147, 151, 149, 202, 175, 164, 152, 167, 155, 156, 157, 158, 159, 160, 161, 162, 163, 195, 169, 166, 168, 170, 171, 172, 199, 174, 173, 196, 200, 176, 177, 180, 178, 179, 182, 189, 187, 184, 186, 191, 192, 193, 194, 197, 198, 201, 203, 229, 204, 205, 206, 207, 208, 209, 210, 211, 212, 213, 214, 215, 216, 217, 218, 219, 220, 221, 222, 223, 224, 236, 231, 232, 233, 234, 235, 237, 240, 239, 241, 243, 242, 244,