Dünyada işlerimizin yolunda olduğu zamanlarda nefsimizin duyduğu huzur, diğer canlıların da duyduğu huzur gibidir. Yeryüzündeki bütün canlılar karınları tok, kendilerini güvende hissettikleri zaman bu huzuru duyarlar.
Fakat biz insanlar yalnızca bu huzur için yaratılmadık. Raad Suresi 28. ayette; "Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir." buyurulan insanların huzuruna ermek için yaratıldık. Yani sadece maddi varlığımızın ihtiyaçlarının karşılanmasıyla yetinmek olmaz. Kalplerin de huzura ermesi gerekir. Aynı ayet-i kerimenin devamında Allah Tealâ bu huzurun nasıl gerçekleşeceğini de bildiriyor: "Bilin ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."
Peki, Allah'ı anmak nasıl olur? O'nun ismini zikretmek, dille tespih etmek O'nu anmaktır. Yaratılmışlara bakıp O'nu düşünmek zikirdir. Allah'ın boş bir şey yaratmadığını, her şeyin yerli yerinde ve bir gayeyle yaratıldığını düşünmek zikirdir. Bunun gibi Allah'ı hatırlatan, O'nu anlatan her şey zikirdir.
İşte kalp, kendisini yaratan, yaşatan Rabbini anar, her an O'nunla birlikte olursa kalıcı bir huzura erip kurtulur.
Bunun dışındaki huzur, şartlar bozulduğunda kaybolan huzurdur. Fakat insanların çoğu yalnızca bu huzurun gerçekleşeceği şartları elde etmek için uğraşır dururlar. Allah Tealâ bu durumu "Dünya hayatına aldanmışlık"la ifade buyurup kınar. Allah'ı anmakla huzur bulanlar ise övülür.
Dünya zevkleri ile teselli olan kimse dünya için yaşayan kimsedir. Oysa dünyayı ahiretin tarlası, Allah'ın rızasına ulaşmanın kapısı olarak yaşayan insanlar Mevlâ ile yaşayan insanlardır. Onların huzuru Allah'ın rızasının dışında değildir.
Teselli ve huzurun kula ulaşmasında iki yol vardır. Birincisi, Allah'ın lütfu ve keremi ile kula zahmetsiz gelen huzurdur. Peygamberlerin ve büyük evliyaların hayatında bu vardır. Bizim böyle bir huzuru beklememiz uygun değildir. İkincisi bizim huzurumuzdur ki biraz gayret edip çalışmamız sonunda elde edilir. İşte tasavvuf da bunun üzerine kurulmuş, usulleriyle huzura nasıl ereceğimiz gösterilmiştir.
Her şeyden önce kişi mürşidine tâbi olmalıdır. Mürşit talebesini alıştığı lezzetlerden alıkoyarsa isyan etmemelidir. Hangi hasta doktorun acı ilacına veya iğnesine katlanmaz ki. Mürşid-i kâmiller de manevi doktorlardır. Sofilerinin Allah yolunda ilerlemesine mani olan nefsani lezzetlere ulaşmayı engellerler. Sofi ise kendisinin hasta olduğunu unutup doktorla kavga etmeye kalkar. Bu yolun en problemli tarafı budur. Sofi bu durumu aşıp mürşidine teslim olursa gelişir, ilerler.
Allah Tealâ da "Uğrumuzda mücahede edenleri, gayret sarfedenleri elbette yolumuza eriştireceğiz." buyurmuştur. Mücahede, nefsin arzularına muhalefet ederek ona teslim olmamaktır. Kim nefsinin arzularına, özellikle gaflete yol açan ve haram olan arzularına boyun bükmezse Allah Tealâ ona müşahede kapısını açar. Kalp gözü açılır. Nereye baksa Hakk'la görür, ne yapsa O'nunla yapar. Böylece kişinin dinini yaşaması kolaylaşır. Dünya derdi azalır, huzur bulur.
Fakat insanlar Allah'ı unuttukları nispette dertlere giriftar olurlar. Her ne onlara Allah'ı unutturuyorsa bu bir musibete dönüşür. Sevinçleri, neşeleri yarım kalır. Halbuki kalbin huzurunun, kurtuluşunun, sahibi olan Allah'a dönmekten başka çaresi yok.
Bu yüzden insan rahat etmek istiyor ve Allah'a dönüş yolunun kapanmasını istemiyorsa kalbini nefsten, dünyadan kurtarmak için çalışmalı, kâmil bir mürşidin yolunu takip etmelidir.