Taylandın ortasında,Malezya sınırına yakın,Chayah adında uzak
bir yer
var.Büyük bir gölün ortasında bulunan küçük bir ada bu. Adada
bir budist
manastırı var. Adada hiç su olmadığı için anakaradan sandallarla
su taşıyıp
büyük bir fıçıda saklıyorlar. Bir gün,orada ki Budist
öğretmenim,bana dar
görüşlülüğü açıklamaya çalışırken güzel bir öykü
anlattı:
"Günboyu çalışıp didinirsin ve akşam olunca büyük bir
iştahla,damlasını bile
boşa harcamaman gerektiğini bildiğin bu değerli sudan içmek
istersin.
fıçının kapağını kaldırırsın,kepçeni uzatırsın ve bir de
bakarsın ki fıçıda
bir karınca vardır. Çok öfkelenirsin. 'Hangi yüreklilikle benim
adamda
ki,benim ağacımın altında,benim gölgeliğimde,benim fıçımda
olan benim suyuma
girersin'der,karıncayı eziverirsin. İşte iyeliğe (sahipliğe)
bağımlılık
budur.
Ya da karıncayı ezmeden önce biraz düşünüp 'hava çok sıcak ve
burası adanın
en serin yeri. Suyuma da zarar vermiyorsun' der kepçeni karıncaya
değdirmemeye özen gösterek suyunu alır içersin. İyeliğe
bağımsızlıktır bu!
Bir de İyelikten arınmak diye birşey vardır. Fıçıyı açıp
karıncayı gördüğün
an,iyi,kötü,doğru,yanlış gibi şeyler düşünmeden hemen
karıncaya bir parça
şeker uzatırsın.
Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya...
Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz...