İşkencecilere hesap sormak yerine çekilen acılardan bir müze yaratmak fikrinin temelinde bir hata var.
Geçen günlerde DİSK Başkanı ve bir grup gösterici arkadaşı dünyanın en tuhaf meydan dayağını yedi. Daha önce işkence gördükleri Hünkâr Kasrı’nın kültür merkezi olmasına itiraz eden göstericiler, “Buranın aslında işkence müzesi olması için” ısrar edince, polis her zamanki gibi copu bastı. “Bir işkence müzesi nasıl olur”u gözümüzde canlandıramamışken Ankara’da Ulucanlar Cezaevi ilk işkence müzemiz olarak hizmete girdi.
Artık mahkûmlar değil balmumu heykelleri koğuşlarda çile çekiyor. Müzeyi gezerken hoparlörlerden yükselen çığlık sesleri size eşlik ediyor. Müze ziyaretçileri arasında dileyenler elleri kelepçelenip 1 saatliğine hücreye atılıyor. Bilmem bir hafta sonu hangi ana-baba çocuğunun elinden tutup bu işkence müzesini gezmeye götürür ama benim gitmeyeceğim kesin. İşkence bir Türkiye gerçeği. Bunu hiçbirimiz görmezden gelemeyiz. Ancak işkenceyi görmezden gelmemek demek bu kadar gözümüze sokmak demek mi olmalı? Biz işkencecilerimizle henüz hesaplaşamadık. Bırakın hesaplaşmayı 12 Eylül’ün bile hesabını soramadık. İşkencecilere hesap sormak yerine çekilen acılardan bir müze yaratmak fikrinin temelinde bir hata olduğunu düşünüyorum. Çekilen acıların teşhirinin, o acıların hatırlatılmasının, demokrasimizin panzehiri olacağından çok da emin değilim. Üstelik cezaevlerindeki doluluk oranını ve F Tipi cezaevlerinde bugün, hâlâ yaşanan rezilliğin orijinali dururken kim balmumu heykellere bakmaya gider onu da bulamadım. Gelmek istediğim yer keşke o cezaevi bir işkence müzesi olacağına bir sanat müzesi olsaydı.
Acı da olsa unutmak bazen en iyi ilaçtır.
Tombala
Gökyüzünden hızla inip, yolda giden bir arabanın camına yapışıp, sonra onca hıza inat yavaşça süzülen bir su damlası naifliğinde geçiyor zaman. Gözlerimizin önünde müjdeleri ve hayal kırıklıkları ile arkasına bile bakmıyor hayat. Bugün koskoca bir yılın finali yapılırken, dönüp geriye baktığınızda bir ‘yaprak dökümü’ne benzetip gözyaşı da dökebilirsiniz, ‘öyle bir geçer zaman ki’ diyerek umutlarınızı gelecek yıla da devredebilirsiniz. Bu akşam büyük ikramiyeyi kazananlar elinde tuttuğu piyango biletindeki rakamları tutturanlar değil, sevdiklerinin nefesini omuzbaşlarında hissedenler olacak. Yalnızların payına geceyarısına doğru ‘kimler geldi kimler geçti’ şarkısı ‘eğlence’ olarak kalacak. Her yılbaşı olduğu gibi geleneksel yılbaşı kutlamalarımıza televizyonda dansözler, Taksim Meydanı’nda tacizler eşlik edecek. Muhtemelen bir kanalda İbrahim Tatlıses son sayarken diğer kanalda bu yılın sevilen dizisinde (artık hangisi ise) ‘mahsuscuktan’ yılbaşı kutlanıyormuş gibi yapacak. Haber bültenlerinin amorti bile çekememiş nöbetçi muhabirleri cemiyet hayatının yavan eğlencesine canlı bağlanacak. Mecburiyetmiş gibi eğlenenler alkış tutacak… Aynı anda televizyonların açık olmadığı bir evde, tüm bu eğlence cümbüşüne inat, kulaklarını tıkayıp namazını kılacak inançlı cemaatin isimsiz müridi.
Devlet İstatistik Enstitisü her zamanki gibi kaç çocuğun saat 12’ye kadar ayakta kalamayıp uykuya daldığını, yeni yıla Kaf Dağı’na giden bir halının üzerindeyken girdiğini bulamayacak.
Bütün bunlar olurken bir cezaevinde, adı bile hatırlanmayan birkaç mahkûm bir çift pişmanlık gözyaşını daha fazla tutamayacak gözlerinde.
Saatler gece yarısını gösterdiğinde artık kaderimize kim düşüyorsa, kalkıp sarılacağız birbirimize. Kimimiz sıcak bir öpücük konduracak geçmiş yıllara bir teşekkür gibi, kimimiz coşkuyla dudaklarına yapışacak daha yaşanacak çok yıl var gibi… Bir el bir elle aşk için kavuşurken, bir kalp bir başkasının kalbinden düşüp şangır diye kırılacak.
Bir yılı tam da böyle bitirmiş ‘puslu kıtalar atlası’ eşliğinde uykuya kaçarken, kulağımızda o tanıdık ses yankılanacak: ‘Tombala!’ Rüya mı gerçek mi, anlaşılmayacak.
Sakinleştirici olarak biber gazı
İstanbul girişinde bir benzinlikte öğrencileri biber gazı sıkıp döven polisin olayı nasıl algıladığı ortaya çıktı. Emniyet raporlarında öğrencileri sakinleştirmek için biber gazı sıkıldığı söyleniyor. Sanırım bir sakinleştirici olarak biber gazı kullanımı sadece ülkemizde uygulanıyor. Her ne kadar biber gazını yiyip de sakinleşen bir öğrenci henüz tespit edilememişse de bu raporları yazan müdürlerin bizden gizli bir bildikleri olmalı. Yakında coplamayı ‘terapi’, işkenceyi ise ‘rehabilitasyon’ olarak tanımlayan raporlar okursak da şaşırmayacağım. Bu aslında bir zihniyetin de göstergesi. Asıl değişmesi gereken de bu zihniyet işte… Haksız mıyım Sayın Çapkın?
Liselim
Lisede bir grup öğrencinin kantinin pahalı olup yakınması hatta işi birazcık abartıp evden yemek getirip paylaşmasının sonu karakolda biten bir ülkede yaşıyoruz. Okul müdürünün polis çağırmakta bir an tereddüt etmediği bir anlayışsızlar cumhuriyeti burası. Evden getirilen yiyeceklerin arasına uyuşturucu mu koymuşlar diye bakabilecek müdür yardımcılarının hâlâ görev başında olabildiği bir milli eğitim düzeni. Bunları, son yaşanan ve karakolda biten liselilere yönelik hoyratlıktan öğrendik. Haberlerden tek öğrenemediğimiz Sarıyer Behçet Kemal Çağlar Lisesi Müdürü’nün o kantin ile somut bir ilişkisi olup olmadığı. Başka türlüsünü akıl almıyor!